23 Ocak 2010 Cumartesi

dağların gülen yüzü güneş kime doğdu

Gönderen mad00

dağların gülen yüzü güneş kime doğdu


'9 yasindaki bir Japon çocugun en büyük hayali, günün birinde çok iyi bir judocu olmaktir. Fakat talihsiz bir trafik kazasi sonucu sol kolunu tamamiyle kaybeder. Hem çocuk, hem de ailesi yikilir. Ailesi sirf çocuk oyalansin diye, Japonlarin en ünlü hocalarindan birini tutar. Hoca kollari sivar, çocuga tek kolla yapabilecegi yegane firlatma hareketini ögretir. Gece gündüz çocukla beraber bu hareketi çalisirlar. Bir müddet sonra çocuk, hareketi gayet iyi ve hizli bir sekilde yapmaya baslar, fakat hocasi çocuga her gün saatler boyu ayni hareketi adeta ezberletir. Çocuk bu hareketten sikilir ve yeni hareketler ögrenmek istedikçe hocasi bu hareketi dünyada en hizli yapan kisi olana dek çalismasini ve baska hareket ögretmeyecegini söyler. Bir müddet sonra çocuk bu hareketi yildirim hiziyla yapmaya alisir. Bunun üzerine hoca çocuga artik bir turnuvaya katilma zamaninin geldigini söyler. Olacak sey degildir. Tek kollu bir judocu, tek hareketle turnuvaya katilacak. Çocuk itiraz ettikçe hocasi 'Evlat, sen ögrendigin hareketi yap, gerisini merak etme diye ögütte bulunur. 1.tur, 2.tur derken çocuk turlari gayet rahat geçer. En nihayet finale gelir. Tek hareket bilgisi ile finale kadar gelen çocugun finaldeki rakibi bölgenin en iyi judocusudur. Çocuk dev cüsseli rakibini görünce korkar. Hocasi yine sakindir, 'evlat sen bu harekette dünyada teksin, kendi oyununu yap yeter' der. Çocuk rakibine kendi hareketini simsek hizi ile uygular, rakip kalktikça ayni hareketi yineler. Inanilir gibi degildir, çocuk tek kolla, tek hareket sayesinde sampiyon olmustur. Çocuk dayanamaz ve hocasina sorar 'hocam inanamiyorum ben nasil sampiyon oldum? ' der. Hocasi yine sakin ifade ile söyle cevaplar: 'Bu zaferin iki sirri var oglum. Birincisi judonun en güç hareketlerinden birini çok iyi yapabilmendir. Ikincisi, bu harekete karsi tek bir savunma vardir. O da hareketi yapanin sol kolunu tutmak! ...'

BAKMAKLA GÖRMEK

Gönderen mad00

BAKMAKLA GÖRMEK


BAKMAKLA GÖRMEK Kendini çok kötü hissediyordu. Bugün morali altüst olmuştu. En yakın bildiği arkadaşıyla diğerlerinin konuşmalarını duymuştu. Onu çekiştiriyor, alaycı kahkahalar onlara eşlik ediyordu. Çok çirkin olduğunu, sadece eğlenmek için, kendilerine malzeme çıksın dost numarası yaptığını söylerken; o gördüklerine ve duyduklarına inanamadı. Gerçekten çok mu çirkindi? Gözlerinden birkaç damla yaş süzülürken oradan ayrıldı.Eline aynayı aldı ve baktı. Kendisiyle baş başaydı işte. “Diğerlerinden ne eksiğim var?” diye düşündü. “Boyalı saçlara mı, rengarenk tırnaklara mı yoksa yapay kahkahalara mı?” dedi. O, böyle şeylere aldırmazdı. Diğerlerinin ne düşündüğünü iyi bilirdi. Ama en yakın arkadaşı… Onu en çok yaralayan da bu olmuştu.Annesi hep “Sen diğerlerinden çok farklısın. Bunun kıymetini bil.” Derdi. Bu sözü defalarca aklından geçirdi. Ama annesinin ne demek istediğini çözemedi bir türlü. Aynasına bakarken “Benim tek farkım alınmamış kaşlar, diş telleri, sivilceli bir surat mı? Yoksa onların modasına uymayan kıyafetim mi?” diye geçirdi aklından. Belki de öyleydi.Odasında daha da daralıyordu. Elindekini yatağa fırlatıp, çıktı odadan. Evde boğuluyordu sanki… Duramadı, ceketini alıp çıktı. En çok sevdiği, gitmeyi ihmal etmediği yere şehir parkına gitti. Orada huzur buluyordu. Bir banka oturdu ve gözlerini yumdu. Kuş seslerini, yaprak hışırtılarını dinlemeye koyuldu. Biraz rahatlamıştı.Mevsim, sonbaharın başlarıydı. Bu mevsim, onun en sevdiği mevsimdi. Kuşlar, göç etmeden önce parkla vedalaşırlar; gökyüzünü adeta “Hoşçakal” demek için kullanırlardı. Parkın ağaçları da el sallardı kuşlara.Gözlerini açtığında karşısındaki bankta bir ressamın oturduğunu gördü. Ne zaman buraya gelse; o banka oturur, bir şeyler çizerdi. Sanki o, tuvalle bir bütün olurdu. Onunla tanışıp sohbet etmek, resimlerine bakmayı çok istemişti. Ama cesaret edememişti. Bir süre onu seyretti. Ne çizdiğini çok merak ediyordu. Sonunda cesaretini toplayıp yanına gitti. “Merhaba” dediğinde ressam, resmini alıp bankın arkasına sakladı. Ressamın resmini görmeye çalıştı ama başaramadı. Ressam da ona “Merhaba” deyince yanına oturdu. Biraz sohbet ettiler. Ailesinden, yaşamından bahsetti ressama. Ressam onu dinliyor, tepki vermiyordu. Ressamın tepkisizliği değil, başka bir şey onun dikkatini çekmişti. Ressamın gözleri… Görmüyordu! Onun görmediğini fark etmemişti. İçi acıdı birden.Ressam, “Resmimi merak etiğimi biliyorum” derken kendini toparladı ve başını salladı. Ama sonra “Evet” dedi. Ressam, tuvali sakladığı yerden aldı; onun kucağına bıraktı. Karşısında çok güzel bir kız gördü. Tıpkı onun gibi bankta oturmuştu. Fakat elinde bembeyaz bir güvercin tutuyordu. O, ressamın gözlerinin ona bir engel olmadığını anladı. Ona hayran kalmıştı.Ressam; “O, sensin” demesiyle birden şaşırdı. Ama ona hiç benzemiyordu. Ressam ; “Her gün buraya geldiğini biliyorum. Şaşırma sakın, gözlerim görmez ama kalbim görür ve senin ne kadar güzel olduğunu gördüm.” Çok şaşırmıştı. “Güzel mi?” dedi. “Evet” dedi ressam, “Bakmakla görmek arasında çok büyük bir fark vardır. Senin çok güzel bir ruhun var” dedi. Ressamın sözleriyle yüzüne gülümseme hakim olmuştu. Şimdi annesinin ne demek istediğini çok iyi anlıyordu.

YAZGÜLÜ TUNAR

AŞK YA DA VATAN

Gönderen mad00

AŞK YA DA VATAN


“Bir yüce sevdadır içimde, adı Türkiye’m,

Kalbime nakşolmuş asla vazgeçemem,

Kahrolup, dönmemi bekleme annem,

Kutsalıma el uzatanı yok etmeden gelemem.”



Anadolu’nun unutulmuş bir köşesinde; dar bir vadi içinde akan dere boyunca uzanan ince, bozuk patika yolda bir adam yürüyordu koltuk değnekleriyle. Yolun sonunda bir köy göründü. Köy, taştan yapılmış toprak damlı birkaç evden ibaretti. Evler yol boyunca uzanıyordu. Köyün dar, çamurlu yolunda oynayan çocuklar oyunu bıraktılar. Yolun başında beliren koltuk değnekleri yokmuşçasına dimdik yürüyen, sarışın, mavi gözlü, 1.95 boyunda dev gibi adama meraklı bakışlarla bakıyorlardı.

Havlayan köpekler susmuştu. Çalı-çırpıdan yapılmış çitlerin çevrelediği bahçelerin kapısında bir nöbetçi edası ile durup, adam gibi adamı gözleri ile takip etmeye başladılar. Kahvenin önünde tütün saran ihtiyarlar ayağa kalkıp, sağ ayağı diz kapağından kopuk mağrur yabancıyı başları ile selamladılar. Dev adam yürümeye devam ederken, ihtiyarlara aynı şekilde başı ile karşılık verdi.

Yabancı aynı vakar içinde köyün çıkışında bulunan mezarlığa doğru yürüyüşüne devam etti. Mezarlık kayalık tepenin hemen altında, ince bir pınarın aktığı, içinde söğüt ağaçları ve meşe ağaçlarının bulunduğu bir yer idi.

Dev adam başucunda bir Türk bayrağının dalgalandığı, taze olduğu toprağından anlaşılan mezara bakışlarını çevirdi. Mavi gözleri bulutlandı, aydınlık yüzü acıyla buruldu, yanaklarından iki damla gözyaşı süzüldü. Ağlıyordu dev adam, yüreği kanıyordu. Mezarın yanı başında yeni bir mezar daha vardı. Mezarın üstünde de gelinlik. Yaralı yüreği daha da kanadı. Ellerini açtı Fatiha okudu mezarda yatanlara.

“Tanır mıydın şehit oğlumu?” diye soran sese doğru döndü. Bir anaydı gelen, siyah bir başörtü vardı başında, kınalı elleri ile şehit mezarının üzerine eğildi. Toprağını okşamaya başladı, oğlunu bağrına basmışçasına.

Acıyla yutkundu mavi gözlü, sarışın dev. Boğazı kurumuş, dili tutulmuştu. Tanımak mı? Az şeyler mi yaşamışlardı birlikte? Az şey mi paylaşmışlardı? Sonra o gün, cehennemi bir kahpe ateşinin, bir kahpe tuzağının içine düştükleri o gün. Nasıl da ileri atılmıştı Baran Uzman, yoğun ateş altında kalan ve yaralanan Edirneli Hüsmen Onbaşıyı almak için. Kendisi destek atışı yaparken, parlayan bir ışık görmüş, bir kayanın ardında mevzilenen tim elamanlarını roketlemek isteyen haini tek atışta vurmuştu. Ancak; hain son anda tetiğe dokuna bilmişti. Hedefi bulmayan Roket 10-15 mt. yukarıda bir kayanın üstünde patlamıştı.

Toz duman içinde Baran Uzmanın yere düştüğünü fark etmişti. Başından yara almıştı, yüzü kan içindeydi. Göz göze geldiler. “Kurtar beni Komutanım, Zeynep’im beni bekler” der gibiydi Baran Uzman. O an hiçbir şey düşünmeden kendini ileri attı. Ancak; bir patlamayla yere düştü, mayına basmıştı. Yanına varamadı Baran Uzmanın. “Ah, kopmasaydı o bacak, kopmuştu işte.” Kurtaramamıştı silah arkadaşını, can yoldaşını.

Bir Helikopter sesi duydu. Sonrası bir boşluk. Kendine geldiğinde hastanede idi. Silah arkadaşlarının Şehit düştüğünü öğrenince kopan bacağının acısını unuttu. Doktorlarının takacakları protez bacağı beklemeden insan üstü bir gayretle ayağa kalktı. Yollara düştü, o Yiğitlerle son bir defa vedalaşmak, her çatışmadan önce yaptıkları gibi yeniden helalleşmek için.

Yutkundu; söyleyemedi, anlatamadı oğlunun kahramanlığını annesine. Zaten annenin bunları dinleyecek hali yoktu. İki mezar arasına oturmuş, mezarların toprağını usul usul okşuyordu. Bir taraftan da anlatıyordu.

“Ben her gün bu vakitler gelirim, koklaşıp konuşurum Baran’ımla, yarenlik ederim Zeynep’imle.” Yüreği daha bir titredi sarışın devin. Demek yanı başındaki mezar Baran Uzmanın nişanlısı Zeynep’e aitti. Bir türlü kavuşamadığı Zeynep’e şimdi kavuşmuştu.

Döndü suskun suskun, anneyi çocuklarıyla baş başa bırakmak için çıkışa doğru yürüdü. “Hakkını helal et Baran Uzmanım, sana yardım edemedim. Zeynep’ine kavuşmanı sağlayamadım. Beni affet, varsa bir hakkım, benden yana helal olsun” diye mırıldandı.

“Güle güle Komutan, Baran’ım da sana hakkını helal ediyor” diyen annenin sesiyle irkildi, geri döndü. İnce bir yağmur çiselemeye başlamıştı. Anne ayaktaydı, bir yanında sanki beyaz bulutlar içinde kamuflajlı elbisesi üstünde, başın da bordo beresi, nur kaplamış yüzüyle Baran Uzmanı, diğer yanında bembeyaz gelinliğiyle Zeynep’i görür gibi oldu. Üçü birden el sallıyordu gülümseyerek kendisine.

Mezarlığa kadar peşi sıra gelen çocuklar “Güle güle komutan, güle güle” diye bağrışıyordu. Köyün çıkışında nöbet tutan iki korucu esas duruşa geçmişti. İhtiyarlar hiç konuşmayan ihtiyarlar “Güle güle komutan, bu vatan size minnettar” diyerek uğurladılar sarışın, mavi gözlü, dev yürekli komutanı. Komutan daha da dikleşti. Daha da bir sıklaştırdı tammışçasına, hiç bir eksik yokmuşçasına adımlarını.

Öyle ya, daha çok yolu vardı gidilecek. Birçok silah arkadaşı vardı. Hiç ölmeyen, hep yaşayan o Kahraman Şehitler yolunu gözlemekteydi. Anadolu’nun birçok yerinde bu Vatanı kendi aşklarına tercih eden kim bilir kaç Baran’lar, kaç Zeynep’ler komutanlarını beklemekteydi?

YAŞLI ADAM öyküsü

Gönderen mad00

YAŞLI ADAM


yaşlı ve bitkin olmasına ragmen iiyi konuşuyordu ihtiyar kelimeleri nasılkullanacagını biliyordu.ne kadar mütevazzi olmaya çalışsada ukalalıkta üstüne yoktu.her kelimesini özen ve itinayla söyler ve söyleyecaqi kelimeyi sanki önceden hazırlamış qibicesine okurdu.onu dinlerken insan sıkılmak kelimesinin ne oldugunu unutur .sanki bir film izler qibi dikkatle dinlenirdi.her konuşmasında bir kitap bitirirmiş qibi bir hali olurdu.ama yanlızbir bölüm anlatırdı bizlere.....yanlız kimseyle sohpet bitikten sonra konuşmaz hemen köşesine qeçerdi.Sanki ücretle çalışırmış qibi hep aynı saatte başlar ve aynı saatte bitirirdi.ne bir kelime fazla ne bir kelime eksik söylerdi.ve okuduqu kitapların isimlerini asla kimseye söylemezdi kitapların içinden bizim bulmamızı isterdi ve yaptıqı qibbi kitaplarını kimseye vermezdi ZARAR VERİCEKLER DİYE

Güzel Dede öyküsü

Gönderen mad00

Güzel Dede


Sırtını her an yıkılacak gibi duran, dışardan barakaya benzeyen babadan kalma evin duvarına dayamış, kim bilir neler düşünüyor Güzel Dede? Kasketi alnındaki o acı dolu yılların yorgun izlerini ve gözlerindeki az da olsa o ışıltıyı gizliyordu. Oturduğu yerde eline bir çubuk almış, gözlerini bıraktığı yere bir şeyler çiziyor; bozuyor, tekrar çiziyordu.

Okur-yazar değildi. Çocukluğunda okul yokmuş; askerde öğrenmek istemiş ama harp meydanında ancak kendi adını, bir de sevdiği kızın adını öğrenebilmiş İstanbullu Ahmet Çavuş’tan. Kendi köyünde sadece muhtar bilirmiş okuma yazmayı. Muhtar da zamanında ilçe jandarma karakolunda tüm köy muhtarları için zorunlu okuma yazma kursları verilirmiş de, ordan öğrenmiş. Bu yüzden otuz yıldır köyün muhtarlığını hep aynı kişi yaparmış.

Güzel Dede, çok eskilere gidip askerde adını yazmayı öğrendiği, bir zamanlar yanıp tutuştuğu, kahve gözlerine vurulduğu, bir türlü kavuşamadığı, yıllardır içinde bir yerlerde büyüterek sakladığı komşu kızı Fatma’yı mı düşünüyor acaba? Yoksa, harp meydanında çatışma sırasında iki kelime de olsa okuma yazmayı kendisinden öğrendiği Ahmet Çavuş’un, “Oy anam!” deyip gözleri yaşlı, kanlar içinde yere yığılışını ve onunla birlikte, dört yılını beraber harp meydanlarında geçirdiği onca arkadaşının şehit düştüğü anları mı? Hele içlerinde biri vardı ki; evin tek oğluydu ve teskereyi almaya üç günü kalmıştı ki şehit olmuştu.

Güzel Dede günlerinin çoğunu böyle düşünmekle geçirir, akşam olup güneş oradan uzaklaşınca içeri geçer; üşümüş çırasını yakar, bazen çırayı yakmaz, karanlıkta oturur; oturduğu yerde de uyuyakalırdı. Ne üstünü örtecek biri, ne de sıcak bir tas çorba pişirecek birisi vardı. Yalnız ve yorgundu artık. Bir zamanlar umut dolu bakan gözleri, şimdi umudu dalda kuru bir yaprak misaliydi. İki yıl önce kaybetmişti; kırk yılını verdiği, acısında, sevincinde hep yanında olan, evin hanımı Zühre Nine’yi.

Zühre Nine geçirdiği bir hastalık sonucu rahmi alınmış, daha genç kızken anne olma umudunu yitirmiş bahtsız bir kadındı. “Allah her ikisini de aynı anda birisine vermez” sözü sanki Zühre Nine için söylenmişti. Kendisi köyün ileri gelenlerinden Derviş Efendi’nin kızıydı. Sekiz kardeşten en küçüğüydü. Biraz delal büyütülmüştü ama yine de, diğerleri evli olduğu için evin tüm işleri onun sırtındaydı. Güzel Dede belki de onun bu çalışkanlığına hayran kalmıştı. Zühre Nine asildi, bir o kadar da güzeldi. Bulam elinin soğuk Zerban sularından içmiş, güneşin ilk ışıklarını yüzünde hissetmiş, her genç yürekte taht kurmuş, kimine göre erişilmez, kimine göre eşi benzeri olmayan, kimine göre de uğruna ölünecek kimseydi.

Güzel Dede sevdi mi adam gibi seven, sevdiği uğruna canını verebilecek biriydi. Fatma’sı öldükten yıllar sonra, ancak sevebilmişti bir başkasını. İşte bu da Zühre’ydi. Tanrı Güzel Dede’nin yüzüne gülmüş olsa gerek, ikinci istetmesinde Derviş Efendi yola gelir, Zühre kızını Ali oğlu Güzel’e verir. İşte böyle başlar Zühre ile Güzel’in hikâyesi.

Güzel, Zühre’nin anne olamayacağını bile bile istemişti onu. Fatması kadar Zühre’yi de çok sevmişti. Fatma’nın o kahve gözlerini Zühre’de buluyordu belki de. Olsun, anne baba olamayacaklardı belki de, ama komşu vilayetler bile onların aşkını konuşacaklardı yıllar sonra.

Güzel, Zühre ile evlenmeden çok önce askerdeyken Fatma’sı için yanıyor, günden güne adeta eriyordu. Dört yılını hasretle çeken Güzel, harp meydanından ayrılıp köy meydanına geldiğinde duyduğu ilk ses Fatma’nın düğününde çalan davul sesiydi. Tabi, Güzel bunu bilmiyordu. Sandı ki ahali duymuş da, kendisini davul eşliğinde karşılamaya geliyor. Yanılmıştı oysa. Yıllardır hasretini çektiği, kendisine “Sayılı günler tez geçer, üzülme!” diyen Fatma’nın düğünü vardı o gün köy meydanında. Dört yıl, tam dört yıl. İki yıl sonra dönecek olan Güzel, tam dört yıl sonra dönmüştü köyüne. Harp uzayınca bizim Güzel’in askerliği de haliyle uzamıştı. Bu durumu askeri yetkililer telgrafla köy muhtarlığına bildirmişlerse de bir şekilde kendilerine ulaşamamıştı. Güzel, köyünün tek askerdeki genciydi. Vaktinde askerden dönmeyince herkes onun öldüğünü düşünmüştü. Herkes öldüğünü düşünürken, Fatma kız, en fazla bir yıl daha umudunu yitirmemişti. Üçüncü yılın sonunda, o da diğerleri gibi çaresiz kabullenmişti artık onun ölümünü. Daha sonra da, “Köy yerinde bir genç kız yirmisini geçmez” diyerek, karşı köye gelin verdiler. İsteksizdi Fatma, ancak çaresizdi. Yok diyemezdi. Çünkü o da biliyordu ki hiçbir genç kız yirmisine kadar baba evinde bekletilmezdi. Yirmisine daha yeni girmişti Fatma.

Güzel, köy meydanında kalabalığın olduğu yöne doğru heyecanla ilerledi. Bir düğün olduğunu halay çekenlerden anlayan Güzel, merakla gelinin olduğu yöne baktı. Nedendir bilinmez, içine doğmuş olsa gerek, gelinliğin içinden o mesafeden Fatma’sını görür. Emin olmak için gelinin etrafına baktığında ailesinden anlar ki bu düğün Fatma’nın düğünüdür.

Güzel, köy meydanında; “Harp meydanından dönmez olaydım/ Bu sesi duymaz olaydım/ Fatma’mı gelin ediyorlar/ Bu anı görmez olaydım” diyerek, gözleri Fatma’ya kilitlenmiş, bir çuval gibi yığılır kalır oracıkta. Bir zaman sonra yığıldığı yerden güçlükle kalkıp baba ocağına yönelir. Son kez dönüp kendisini fark etmeyen kalabalıklar arasından Fatma’sına bakar ve bu, onun Fatma’yı son görüşüydü. Çünkü altı ay sonra amansız bir hastalığa yakalanan Fatma, bir sonbahar günü, sabaha karşı ruhunu teslim eder. Herkes veremden öldü der onun için. Güzel’in ölmediğini duyan Fatma, fazla dayanamamış, günden güne solmuş, bir yaprak gibi düşüvermişti toprağın koynuna.

Yıllar sonra verdiği sözü tutmayıp kendisini yalnız bırakıp giden Fatma’sını ziyarete gider mezarının başında. “Böyle mi olacaktı sonumuz?/ Kara topraklar mı saracaktı seni?/ Bil ki Fatmam unutamam seni/ Padişah kızını verseler de…” diyerek gözyaşlarını döker. Hüngür hüngür ağlayan Güzel, ilk defa bu kadar çok ağlıyordu. Fatma’nın gelin olduğu gün bile bu kadar çok ağlamamıştı. Biliyordu ki O yoktu artık. Gelmeyecekti bir daha. Bu kocamış köhne dünyada yalnızdı artık. Her yıl herkes Fatma’yı ölüm yıldönümünde ziyarete giderken, kendisi Fatma’nın gelin olduğu o gün ziyaretine giderdi. Çünkü o gün kaybetmişti Fatmasını.

Aradan yıllar geçip Güzel evlendiyse de unutamadı Fatma’yı. Zühre, olan biten her şeyin farkındaydı. Bu sevdaya saygı duyar, her yıl Güzel’den Fatma’yı mezarında ziyaret etmesini ister, giderken de bir gül götürmesini söylerdi.

Zühre, böyle asil, yüreği yiğit bir kadındı. Hiçbir gün bu konuda sorgulamadı Güzel’i. Güzel ise Zühre’nin bu asil davranışı karşısında mahçup olsa gerek, Fatma’yı ziyaretten döndükten sonra aynısından bir gülü de Zühre’nin uyurken yanıbaşına bırakırdı.

Evet, yıllar böyle geçti. Bir yürekte iki yâr, iki güzel kadın taşıyordu Güzel Dede. İkisi de aynıydı onun gözünde. Çünkü ikisini de çok sevmişti.

Her sabah aynı yerde oturan Güzel Dede’ye köyün gençleri gelip geçerken selam verir, ancak onun selamını almadan yollarına devam ederlerdi. Güzel Dede biraz sitem etse de bu duruma alışmıştı. Köyün en yaşlısı ve kalmış tek gazisiydi. Çocuklar çok severdi onu. O da çocukları… Çünkü tadamamıştı evlat sahibi olmanın duygusunu. “Nasıl bir şeydi acaba insanın baba olması?” diye iç geçirirdi çocukları her gördüğünde. Çevresinden kendisine “Bir daha evlen” diye baskılar vardı. Ancak O, Zühre’ye bunu yapamazdı. Onu kıramazdı. Zühre, yiğit olduğu kadar, bir o kadar da kırılgan, hassas bir yüreğe sahipti. Güzel Dede söylenen tüm sözlere aldırış etmedi. Kendisine de bu yakışırdı zaten.

Akşamları odasına çekilir, ay ışığında iki yıl önce yitirdiği Zühre’sinin yüzünü görür, dalardı sabahın ilk ışıklarına kadar onu seyretmeye. Komşusu Abuzer Efendi Alamanya’ya oğlunu ziyareti dönüşünde, Güzel Dede’yi unutmamış, kendisine bir plak almıştı. Güzel Dede buna sevinmiş, her akşam defalarca aynı plağı takar, plakla birlikte mırıldanırdı: “Akşam olur karanlığa kalırsın/ Derin derin sevdalara dalarsın/ Oy gelin gelin/ Sevdalı gelin/Öldürdün beni”

Bir sonbahar sabahı; Fatma’sının göçtüğü ve Zühre’sini yitirdiği bir sonbahar sabahıydı. Her sabah oturduğu yerde yoktu Güzel Dede. Düşünmüyordu artık hiçbir şeyi. O artık Fatma’sının ve Zühre’sinin yanındaydı. Nasıl öldüğünü kimseler bilmedi. Kimseler duymadan, sessizce ve yalnız öldü. İkindiye doğru fark ettiler komşular. Eve girdiklerinde tebessüm ediyordu. Kim bilir belki Fatma’ya, belki Zühre’ye tebessümdü bu. Kim bilir belki de ölümeydi.

Mezarını Fatma ve Zühre’nin mezarını görecek şekilde kazdılar. Artık onun bir eli Fatma’nın elinde, bir eli de Zühre’nin elindeydi. Onlara da bu yakışırdı zaten. Çünkü böyle bir sevda sonsuza dek ayrılığı hak etmiyordu.

Köylüler; genci yaşlısı, kadını erkeği, çoluğu çocuğuyla uğurlamaya gelmişlerdi Onu. Herkes ağlıyordu. Belki Güzel Dede böyle bir son hak etmedi diye ağlıyorlardı. Kim bilir, belki de böyle bir sevda yaşamadıkları için kendilerine ağlıyorlardı. Kalabalığı oluşturan herkes ağlarken, sanki Güzel Dede’nin kanatlanan ruhunu duyar gibiydi: “Neler çektim, neler gördüm/ Dert üstüne dertler ördüm/ Gam tasa hep çektim durdum/ Yalan oldu benim ömrüm/ Veran oldu benim ömrüm”.

Sadakat öyküsü

Gönderen mad00

Sadakat


Babaannem, şu uzun, uzunca ömründe bir defasına bari denizi görmemiş ve şu göremedi,görmedi meselesi sabah bilmez kış gecelerinin bitmez tükenmez muhabbetiydi evimizde...Ah o deniz, ne deniz ! Deniz böyle,deniz şöyle,o deniz bir acayip dünya...Oysa nerde deniz,nerde bizim köy! Hani kuş uçmaz,kervan geçmez derler ya , Deliorman'ın tâ göbeği... Sonra, bizim buralarda kalûbelâdan beri,kadın aş evini, ocağını bilr, gezi neyinedir derler.. Derler de, babaannemin gene çıkınında lâfı bol, şöyle bir tutturdu mu,işte bin dokuz yüz kırk dörtlerde Urus gelince buralara, köylerde tekezeseler kurulunca,milletin malı mülkü bir araya toplanıp mirî malı olunca, mirî malı denizdir yemeyen domuzdur, çalanı çırpanı,urguncusu vurguncusu tilkide pire gibi çoğalınca, yüksek yüksek binalar kurulup zina kaldırımlara inince, deniz denen o şeyin içine erkek merkek, kadın madın eşkâre çırıl çıplak girme modası çıkınca,yuların ipi zebanilerin eline geçince ve şu dünya işleri ters dönüp geri geri tepince, kıyamet alâmetleri şöyle böyle görünüp kapıya dayandı artık diye, dinlene dinlene anlatıp durdukça ve işin acı yanı, dinleyicileri günden güne azaldıkça,onu da, denizi görme tutkusu öyle bir yakaladı,pir yakaladı...Hastalanıp yatakta kaldğı günlerde bile, ikide bir,"ay çocuklar,şu deniz denilen medeti ölmeden bir görebılsem, vallahi bu fani dünyadan her nasibimi almış kadar olacağım, gözlerim açık gitmeyecek..." diye mızmızlanmaya başladı...

Bu yıl deniz boyunda bir geziye çıktık,beraberimizde onu da aldık. "Aman çocuklar,bu yaşta ,neyime benim deniz? Sizin hiç başka yapacak işiniz yokmuş gibi, uydunuz şeytana.. ." diye şakalaşıp durdu yolculuk esnasında,ama denizi görünce:

- Uuuuu bu da ne?- diyerek şaştı kaldı...

Sözde lâfı bol, çenesi durmadan çalan, köyün masalcı Gülsüm ninesiydi ve hemen, kıssadan kıssa, hayranlığını, anlatamadıklarını baştan savma,gelişi güzel bir uzunca "uuuu" ile geçiştiriverdi.Sonra devam etti:

- Deniz buymuş desene...Her zaman, hep böyle mi bu deniz? Ne çok su yarabbim...Bolluğun ucu bucağı yok...Kıpır kıpır dalgaları,bir yerlerden çıkıp ,aceleleri varmış gibi koşa koşa geliyorlar.. .

Sonra ezber bildiği, fakat içeriğini anlayamadığı o güzelim arapça dualarını hafif bir sesle,huşu içinde okuyarak, yavaş yavaş aşağılara indi...Yaşı seksenlerde seyretse de, hep daha yardımsız yürüyebiliyordu. Kıyıya vardı, kumsala oturdu.Ağır ağır ayakkaplarını, çoraplarını çıkardı. Önce ellerini,sonra ayaklarını suya batırdı. Usulluca yüzüne bir avuç su serpti.Bir müddet böyle kalakaldı.Kendikendine söylenerek ayağa kalktı. Şalvarının paçalarını dizlerine kadar çekti,çıplak ayaklarıyla birkaç adım ilerledi... Her halde bugünkü gezi için özel olarak seçtiği,gelişi güzel bağlanmış, kenarları oyalı, kahverengi çemberinin altında, biraz dağınık beyaz sümek rengi saçlarını meltem hafifçe okşarken,çocuklar kadar saf ve mutlu bir gülümseyişle dönüp ardına baktı.Orada bizdik,her zaman iftiharla,etraftakiler işitircesine "tosunlarım...çakırlarım... benim bir tanelerim" diye yüksek sesle haykırıp etrafı çınlattığı,koskocman delikanlı ikiz torunları... Arkamızda Varna,önümüzde vara gele çırpınan,yakomazlı bir ufuk ile haşır neşir dalgaların kocaman gizemli denizi, tepemizde martıların kavgacı çığlıkları,ileride,açıklarda demir atmış vapurlar...

Çıplak ayakları hep daha denizde,birkaç adım geri çıktı, bizi yanına çağırdı.

- İyi dinleyin beni -diye konuşmaya başladı... Bu deniz medetini gördüm artık...Baştan başa,boydan boya su,sudan başka bir şey değil, kim ne anlatırsa anlatsın,sadece su...Hem de suyun acayip bir sesi var, ama o kadar da acayip değil,tıpkı ormanın yaprak ışıltısı gibi: vışşş, vışşş, vışşş... Nesi var biraz daha serin , daha nefes açıcı,sebil sebil,dermanı boldur böyle şeylerin... Gençler yaz günleri neden kaçıyolar denize. Ne bilmiyorlar, neler bilmiyorlar...

Hep böyle abartılıdır anlatmaları babaannemin.Rastgele mi köyün bilirkişisi, akıl kumkuması,ünü köyün dışına taşmış masalcı Gülsüm annesiydi...

- Çocuklar, dedi,koca köyden alıp beni tâ buralara getirdiniz,zahmet ettiniz ...Muradınız neyse, nasıl desem bilmem ki,hepsi pek alâ da...

Biraz durakladı, birşeyleri hatırlamak istercesine sağ elini alnına götürdü ve sanki onun değilmiş, çok derinlerden,başka yerlerden gelen dokunaklı bir sesle :

- Dedeniz sağ olsaydı ya ba çocuklar... Şimdi hep beraber baksaydık ya denize,dedi...Zavallı, birşey göremeden göçtü gitti bu dünyadan...Ellisinde var yoktu...

Belli ki, yine bugüne mahsus, özel olarak kınalamış ellerini havaya kaldırdı, denizin üstüne sallayarak:

- Dedeniz pek kibardı,dedi...Camiye, cumaya giderken hep temiz gömlek ister,yakasına gül takardı...Sarığını fesine usulen sarar, tespihi şöyle tutardı rahmetli...

Durakladı , biz görmiyelim diye yüzünü denize çevirdi ve gözpınarlarına çökmüş ufacık, o deniz mavisi solgun fersiz gözlerinden birkaç damla gözyaşının neden öyle ansızın dökülüp, buruşmuş yanaklarından usul usul süzüldüğünü, Karadeniz'in dur durak, ölüm nedir bilmeyen hınzırım dalgalarına karışıp, nasıl akıp gittiğini, bir sır bozulur diye, ikiz kardeşimle başbaşa oturup konuşamadık bir türlü...

 

Galip Sertel

 

 

sözcükler:

Urus: Rus

eşkâre (âşkâre),Farsça : uluorta,açıkça

tekezese ( Bulgarca,kısaltılmış:TKZS) - Bulgaristan'da komünist rejimi döneminde tarım kooperatflerinin adı

SİZİN İÇİN ÖLÜMÜ GÖZE ALABİLECEK BİRİLERİ VARSA...


Hep ordu fethetmiş komutan gururuyla yürür, konuşurken ikide bir öksürürdü. Yaşı hayli ilerlemiş olmasına karşın kendi deyimiyle “zıpkın gibi delikanlı” idi. Her zaman taze, her an canlı ve oldukça da heyecanlıydı. Geçmişini kimse bilmez, sorana da söylemezdi. Kendince hobileri vardı. Balık tutardı, volta atardı, akıl satardı. Bazen de yan yatar, çamura batardı. Çamura batardı sözün gelişi aslında. Öyle uygunsuz ve kirli işlere bulaşmaz, iki kişiyle pek dolaşmazdı. Hep yalnızdı. “Anamdan yalnız doğmuşum” der, kendi kendine tebessüm eder, ara sıra da gülerdi. En çok çocukları sever, bütün çocukları dilinin döndüğünce överdi. Hiç evlenmemiş derlerdi. Çocuklara olan sevgisi belki de bu sebeptendi. Kale gibi adamdı bir zamanlar. Kendi öyle söylerdi. Bir gün yine balık tutmak için çay kenarına yaklaştı. Gözlerine inanamadı. “Herkes bugün balıkçı olmuş” diye mırıldandı kendi kendine. Çünkü her zamankinden daha fazla bir yoğunluk vardı. İnsanlar burada balık tutuyorlardı. Önce biraz tedirgin oldu, sonra çaya oltasını atmak için hazırlanmaya başladı. Tam o sırada bir çocuğun sularda çırpındığını gördü. Çocuk boğulmak üzereydi. Fakat her nedense hiç kimse ilgilenmiyordu bile. Yaşlı adam çocuğu kurtarmak için suya dalarken, bunun kendisi için bir son olacağını bilemezdi. Gitti, çocuğu tutup suyun kenarına kadar güçlükle de olsa getirdi. Çayın kenarına boylu boyunca uzandı ve son nefesini verdi. Onun kurtardığı çocuk bugün bir öğretmen olarak yaşamını sürdürüyor. Herkese şunu söylüyor. “Hayatta sizin için ölümü bile göze alabilecek insanlar varsa, ölümden niye korkarsınız?” Ve sizde insanları böylesine seviyorsanız onlarda sizin gibi düşünecek ve hayata gülümseyecektir. Yüzünüzden gülücükler hiç eksin olmasın. Hiçbir isteğiniz yarım kalmasın. Esenlikle. Ramazan Alemdar

bir sevda ugruna öyküsü

Gönderen mad00

bir sevda ugruna


Kadın yirmi yedi yaşında... Yüreği, kar beyaz soğuklara terkedilmişama inat bu ya hala sımsıcak. Düşünceleri kah hayatın gitgideağırlaşan gerçeklerinde kah aydınlık hayallerde dolaşıyor nefesnefese.. Elinde samur fırçası, geçmişi karalayıp bugünürenklendiriyor hiç durmadan. Renkler kıpır,kıpır , içindeki çocukhaşarı mı haşarı... Gözleri ise buğulu bakmakta hüzünlere yenik...Hayatı sorgulamaktan çoktan caymış.Omuzları

bir küçük kız çocuğun şımarıklığını sergilercesine "Bana ne"

ifadesinde. Kıpır,kıpır ya içi.. Arayışları var kendisinden bile

sakladığı. Bela da geliyorum demez ya... İşte böyle bir anda; ruhu,

sanal dünyanın kapısından sızıverir içeri sessiz, habersiz.. Hani şu

chat canavarı var ya bu günlerin belalısı. Orada kendisi gibi şaşkın

yüreklerin arasında buluverir kendini. Ve... olanlar olur o zaman. Hiç

beklenmeyen anda buzda kayar gibi "Hooop" havada bulur duygularını

darmadağınık. Sanki başında deli rüzgarlar hiç esmiyormuş, esenler de

yetmiyormuş gibi. Erkeğin yaşı otuz. Hırslı, kendinden emin.

Kendisiyle barışık ve yaşadığına memnun. Kahkahası ekrandan yüreklere

taşan, mutlu ve duygu dolu bir bulut adam. Eşi ve çocuğu için yaşamakta

olduğunu saklamadan kadını davet eder sanal dünyanın sanal aşk oyununa.

Acemidir kadın. Belki genç adam da öyle. Oynadıkları oyunun

tehlikesinden habersiz bir masalı yaşamaya başlarlar.Ekranın karşısında nefeslerini tutup beklerler sevdalınıngelmesini.

Karşılaşmaları her defasında kahkahaları hatırlatırcasına şen olur.

Zamanın koordinatları buluşamadığında, birbirlerine teğet

geçtiklerinde, hüzün yayılır gecelere. Uyku tutmaz bekleyişlerde

ikisini de. Sabah yeni umutlara gebe başlar. Ve ekranda doğarlar her

buluşmayla yeniden.. Duyguların en fırtınalısına yakalanırlar.

Birbirlerini gerçekten merak ederler. Bulut adam kadının

açlığından, üşümesinden bile sorumlu tutmaya başlar kendini. Kadınsa

adamın yorgun hallerine dayanamaz. Elleri dokunmasa da ellerindedir

artık. Birbirlerini elüstünde tutarlar anlayacağınız.Günler, aylar geçer...Hayaller ekranlara sığmaz olur. Artık görmek isterler birbirlerini. Dokunmak sarılmak isterler. Hatta çılgıncasına sevişmek...Kadın kıvranır onsuzluğun acılarında.. Özlem şiddetedönüşür. Acıtır... İşkencelere yatırır kadını. Oyun değildir artıkbu. Aşk ekranda değil hayatın ta içinde yaşamaktadır. Bulut adam sorar durmadan ;-N'olacak şimdi...Kadın, adam kadar cevapsız..."Bilmiyorum" der."Bilmiyorum"Artık sorgulamalar başlar duyguları ..."Bu nedir?...Bunun adı ne..?"Kadın

aşkı tanımlar ama çare değildir tanımlamak.. Yaşananlardır gerçek olan.

Hissedilenlerdir. Her sevdanın başını bir karabasan bekler

ya...Beklemese sevda denen şey olmaz zaten. İşte bu bir sevdadır ve

başında karabasanlar. Kadın unuttuğu aşk gözyaşlarını hüzünlere,

sancılara, onulmaz ağrılara boyar, alaca bulaca. Artık her şeye

gözlerindeki buğuların ardından bakmaktadır. Ve ekrana şunları;

buzların arasından aldığı yüreğinin kalemiyle yazar. Yüreğini buzlara

iade etmek üzere... "Beni ignore et*.Ne olur bunu yap."Bulut adam şaşkındır belki ama adı gibi bilir. Doğru olan budur. Düşünür bir süre.Susar ekran. Susar kadının yüreği... Ölümanıdır bu.Verilen son nefestir sanki.. "Sevdam

Hayır dese" " Sensiz yapamam dese" diye bekler nefes almak için. Bulut

adamın suskunluğu bozduğu yerde ölecektir kadın.. Bunu ikisi de

bilirler. Bir yazı belirir ekranda çaresizce okunan "Netten çıkıyorum o zaman" "Hoşçakal"Mavi

üzerine siyah yazılmış sözcükler kararlı ve kesindir... Titreyen ve

cansızlaşan parmakları son bir kez tuşları gezinir kadının "Hoşçakal"Düşer Bulut adamın gülen yüzü ekrandan. Ve Kadın ölür...

EDEN BULUR öyküsü

Gönderen mad00

EDEN BULUR


Bu olup bitenler karşısında ne yapacağını şaşırıp kalmıştı Fatma Hanım. Düşünme kabiliyetini yitirmek üzereydi. Başı döner gibi oldu. Bütün bu çektiği ıstırabın öcünü alırcasına kanepenin üzerine sırt üstü uzandı. Ağrılar beynini kemirmeye kanepenin üzerinde de devam ediyordu. Etmeyecek miydi? Yoksa beyni ayakta mı kalmıştı! Ya birde yürek acısı? Keskin bir kamçının ıslık çalarak insanın çıplak sırtına inmesinin verdiği o acıyı yüreğinde hissediyordu şimdi. Beynindeki ağrının sebebi başka ne olabilirdi. Kamçının sarıldığı ve ısırdığı yerde vücudundaki et parçasının yırtılarak, bembeyaz olan deri parçasının verdiği acının korkunçluğu karşısında içindeki acının şiddeti vız gelirdi. Yüreğindeki bu korkunç acı karşısında avazı çıktığı kadar bağırmak istemesine rağmen dürtüleri bunu engelliyordu. Gözbebeklerinin altı şişmişti ağlamaktan. İnsan aklının alamayacağı kadar büyük bir acının girdabında dönüp duruyordu. Bütün benliğiyle bu acıları bertaraf etmeye çalışsa da bunun mümkün olmayacağını anladığında yenik düştüğünü kabullenmekten başka çaresinin olmadığı kanaatine varıyordu. Çünkü kendisini yalnızlığın boşluğunda tepetaklak yuvarlanıp uçurumun derinliğine doğru düştüğü hissi ağır basıyordu. Umutsuzluk körük gibi işliyordu içine. Körük çekildikçe içindeki ateş alevleniyordu volkana dönüşürcesine. Filizleri açılmış bir çiçek gibi yeniden hayata başlamayı, çiçeklerin üzerine konan bir kelebek ve otların arasında ceylan gibi seken küçük kuzular gibi özgür olmayı, rüzgarın esintisiyle ağaç dallarının sallanarak naz yapışını, dağın eteğinden güneşin pırıl pırıl ufukta doğuşuyla birlikte masmavi denizin bir çarşaf gibi günü karşılamasını, gökyüzündeki küme küme bulutların pamuk yığınını andırmasını, martıların gökyüzünde dans edercesine coşkuyla kanat çırpışını, özlemişti çünkü çektiği bu acılar onu bunalımın eşiğine getirmişti. Kanepenin üzeri terden sırılsıklam olmuştu. Güçlükle doğrularak, ecza dolabına yöneldi ve aldığı iki ağrı kesici hapı yuttu. Dehşetli ve korkulu günlerin habercisiydi bu günler. Fırtına öncesi sessizlik gibi. O güne kadar özenle üzerine titrediği kocasının duygularını kökünden yavaş yavaş söküp attığına ve allak bullak ettiğine şahit olmuştu. Bir kasırgaya yakalanmış sağa sola savrulup duruyordu düşüncelerinde. Büsbütün yenik düşmüştü bu olaylar sonunda hayat mücadelesine. Tedbirsiz yakalanmıştı bütün bu olanlara. İnsanoğlunun başına her an her şeyin geleceğini öğrenmiş oldu bu sayede. Başkalarının başına gelenleri yüzeysel incelemişti hep. Derinden inceledikleri olmuştu ama ateşin düştüğü yeri yaktığını hesaba katmamıştı hiç. Şimdi o ateş kendi içini yakıp kavuruyordu. Tekrar uzanmış olduğu kanepenin üzerinde sağa sola dönüp, kıvrılıyordu. İçindeki ateş her geçen saniye daha da alevleniyordu. Hayata duyduğu o yürekten sevginin yerinde sevgisizlik ve umutsuzluk vardı şimdi. Başını önüne yıktı, derin bir nefes çekti ciğerlerine. İçi sitem doluydu, efkârlı efkârlı tüten bakışları buğulandı, dudağını dişlerinin arasına alarak sıktı koparırcasına. Gözlerindeki selin önüne bent koyamamıştı. Pırlanta gibi yüreği vardı. Aynı zamanda sevgiyi, şefkati, acımayı, yardımlaşmayı ve hassasiyetin inceliğini tanımış bir yüreğinde sahibiydi. Rengi uçtu, başı döndü hafiften. Alev alev tutuştu nefesi, dudakları kurudu. Sersemledi birden. Beyninde şimşekler çakıyor, yıldırımlara maruz kalıyordu. Şiddetli bir sarsıntı olmuştu vücudunda. Tıpkı sonbahar rüzgarıyla titreşen, dalında kalmak isteyen yapraklar kadar çaresizdi şu an? Oysa evlenirken ne hayalleri vardı. Hep mutluluk sevgi ve saygı üzerine? Hayallerinin gerçekleşmemesi bir yana yanına bile yaklaşmamıştı. Kocasının para kazanma hırsı felaketleri olmuştu. Oysa birkaç kez ağabeyi kocasının borçlarını ödemişti. Bir daha borçlanmayacağına dair söz vermesine rağmen hiçbir zaman sözünde durmadı. Yine bildiğini okudu. Çocukken yiyecek ekmeği bulamadığı günleri unutmuş, iyice kanatsızlaşmıştı. Fakir fukaraya yardımı kesmişti. Çalıştırdığı işçilerin alın teriyle kazandıkları maaşlarını geciktirmeye hatta vermemeye başlamıştı. Kocasının bu tutumu bir ailenin dağılmasına davetiye çıkarmıştı. Hangi kadın isterdi yuvasının bozulmasını? Çok direndiyse de nafile? Sertleşmeye başlamıştı son günlerde... Saçları tutam tutam çekildiğinden dolayı içi kızarmıştı. Sesini bile çıkarmamıştı acımasına rağmen. Ama dayanmaya gücü kalmamıştı. Evi terk edip gitti Fatma Hanım? Eden bulur misali, bir haber tefecilerin eline düşen iş adamı evinde ölü bulundu.

kalbim_haylaz@hotmail.com


obituary09@hotmail.com

emre_pb_@hotmail.com

by_kayseri_212@hotmail.com

Theunique07@hotmail.com

derya_892@hotmail.com

ayse_52@hotmail.com

bebek@hotmail.com

selin@hotmail.com

seyma44_1905@hotmail.com

sharon_stone@hotmail.com

guzel_kiz@hotmail.com

zeynep_@hotmail.com

zehra@hotmail.com

ayse_01@hotmail.com

zeynepsari_3@hotmail.com

atesli_kiz@hotmail.com

liseli@hotmail.com

travesty@hotmail.com

ruya@hotmail.com

kezban@hotmail.com

tweety_bjk@hotmail.com

derya@hotmail.com

seksi_kiz@hotmail.com

aysu@hotmail.com

esra7231@hotmail.com

ayse_03@hotmail.com

hulya_avsar@hotmail.com

merve@hotmail.com

nurten@hotmail.com

zerda@hotmail.com

cansu@hotmail.com

feza_feza21@hotmail.com

guzeller_guzeli@hotmail.com

seksi@hotmail.com

cerenzenger@hotmail.com

fatma_19@hotmail.com

pamela@hotmail.com

aylin1616@hotmail.com

tas_bebek@hotmail.com

deniz__mavisi@hotmail.com

ayca99939@hotmail.com

sezenekol@mynet.com

narcicegi33@hotmail.com

1-cellen_lp@hotmail.com

sevimli_kiz8@hotmail.com

ayse436@hotmail.com

hande_kara2@hotmail.com

gulsum_kolu39@hotmail.fr

ece_19@hotmail.com

meldaeren522@hotmail.com

ayseldemir_8@hotmail.com

aylin48@hotmail.com

gizemeris@hotmail.com

iraklikiz@hotmail.com

gulcan_efe@hotmail.com

gonul_273@hotmail.com

deryadeniz1984@hotmail.com

aylin2003_5@hotmail.com

baby_ayca@hotmail.com

zenka_26@hotmail.com

bayanuzgun@hotmail.com

seden_kaya@hotmail.com

blue_girl08@hotmail.com

demetekinci@hotmail.com

buse6@msn.com

duygu_altinbay@hotmail.com

buket_can01@hotmail.com

sevgi_ce7@hotmail.com

ilknu_4@hotmail.com

cici_kiz_esra@hotmail.com

zorkadin_34@hotmail.com

selin_cik_9@hotmail.com

tugce_226@hotmail.com

nazanbayan@hotmail.com

berna_karakas@hotmail.com

zuhresarol@hotmail.com

sumergirl@hotmail.com

lissi18_1@hotmail.com

ozgesarol@hotmail.com

dark_angel_546@hotmail.com

isabella762@hotmail.com

kyssygirl757@hotmail.com

monsa86@hotmail.com

sevda_35_@hotmail.com

lauracroft@email.it

aysesari87@hotmail.com

aleyna2003@hotmail.com

duygu_melda@hotmail.de

gangstahgirl015@hotmail.com

feyza09@hotmail.com

aysenim87@hotmail.com

cananbayat@hotmail.com

blue_girl885@hotmail.com

xpinarx@hotmail.com

minikcadi_1988@hotmail.de

deryasarol@hotmail.com

blue_girl170@hotmail.com

aysemin43@hotmail.com

gonca_akdogan@hotmail.com

eda_13_8@hotmail.com

kardelen13_@hotmail.com

elif1964@hotmail.com

zeynooo@hotmail.de

anastasiaay@hotmail.com

nukhet8986@hotmail.com

elifbaskaya@hotmail.com

nihalsivgin@hotmail.com

sonya_90_3@hotmail.com

pinar_arslan07@hotmail.com

damla_ars@hotmail.com

maynak@msn.com

gozde114@hotmail.com

cigdemkalimero@hotmail.com

cancan150@hotmail.com

songul_cansu_1979@hotmail.com

ebru_ant@hotmail.com

seldaoksuzoglu@hotmail.com

slina_busra@hotmail.com

jenniferlundmark@hotmail.com

ebru_48@hotmail.com

cadicik_89@hotmail.com

babeglr@hotmail.com

aysenkaptan@hotmail.com