22 Ocak 2010 Cuma

Sait Faik’in hikâye dünyası

Gönderen mad00

Sait Faik Abasıyanık’ın edebiyat yolcuğu, 1936 yılında yayınladığı ilk hikâye kitabı Semaver’le başlamış, ölümünden bir yıl sonra yayınlanan son kitabı Tüneldeki Çocuk (1955) ile sona ermiştir. İçimizde yer edinen, hikâyeleriyle bizi saran, Türk hikâyesini bir yerden bir yere taşıyan Sait Faik’in öyküsü tek cümleyle böyle.




Sait Faik’in bendeki fotoğrafı, elindeki bıçağıyla tahta sopaları yontan, balıkçılarla konuşan ve devamlı sigara içen yaşlı bir adamdır. Zihnimde canlanan izlenimi de buna yakındır.



Türk hikâyesinin ‘giriş kapısı’, diğer bir ifadeyle ‘etki babası’ olan Sait Faik, hikâyelerini en az “yemek yiyen bir işçi” kadar güzel örmüştür. Sait Faik’le ilgili bir yazının giriş cümlesi böyle olmalıdır. Türk edebiyatında hikâye işçiliği yapmış, buna gayret etmiş her isimde, özellikle ilk dönemlerinde, yoğun bir Sait Faik etkisi görülür. Bu konuda eleştirmenlerin hemfikir olması kadar, hikâyecilerin de ‘hakkını veren’ itirafları dikkate şayandır. Behçet Necatigil bununla ilgili olarak; “Bugünün hikâyecileri hele çıkış noktasında Sait Faik’in tesirindedirler, sonra sonra ayrı kişiliklere kavuşurlar” demektedir.



“Sanat aslında insandır” diyen Sait Faik, eserlerinde genel anlamıyla insanı işlemiştir. Konusu da, kaynağı da, malzemesi de, duygusu da insandır. Onda güneş gören bir evin insana açılan bütün pencereleri vardır. Dülger balığını anlatırken bile aslında insanı konu edinir. Dülger balığının içine, insanı öyle titiz bir ustalıkla yerleştirmiştir ki, bundan etkilenmemek mümkün değildir. Bu duruma yol açan etkeni, Sait Faik’teki dinmez insan sevgisine bağlamamız oldukça yerinde olacaktır. O, hayatı insan temelinde algılar. Bütün yollar insana uzar onun anlayışında. Her şey insan için vardır, insansız dünya ve hayat anlamsız olacaktır: “İnsansız hiçbir şeyin güzelliği yok, her şey onun sayesinde onunla güzel. Bu dakikada, bu günün güzelliği gökte ay, uzakta güneşin bir billur bahçe gibi pırıltısı; hiçbir şey değil.”



“İnsanın kendisinin odak noktası olmadığı hiçbir öz yoktur” der edebiyat kuramcısı Georg Lukacs. Sait Faik’in temel hareket algısı Lukacs’nın savının özü şeklinde işliyor. O, insana âşıktır. Hatta yer yer Sait Faik’in insan sevgisi, bana aşırı gelen hümanist çığlıklarla bile doludur. Bu durum kanımca yazarın, hayatı var oluş çağrısının uzağında yaşamasıyla özetlenebilir. Bunda modern zamanları hatırlatan ince bir fark vardır.



Sait Faik’in toplumsal bakışı da yine insan teki üzerinden işler. Aslında insanı vermekle toplumu verdiğine inanır. Bireyin kişisel sorunlarını, iç sıkıntılarını, duygularını, sevinçlerini, kızgınlıklarını işleyerek, insan teki üzerinden toplumsal yaklaşımın toplu fotoğrafını çekmiş olur.



Sait Faik’in bireyciliği, ‘nevi şahsına münhasır bireyciliktir’ dememiz bizi yanıltmayacaktır. Dış anlatımla gerçeküstü anlatımın birleşmesi Sait Faik’in hikâyesinin temel noktalarından biridir. “Havada Bulut” hikâyesindeki insan özüne odaklanan tavrı aynı düzlemde devam eden; “Haritada bir nokta”, “Ermeni balıkçı ile topal martı”, “Dülger balığının ölümü” gibi hikâyelerinde de fazlasıyla görülebilir. Bu hikâyelerdeki gerçeküstü anlatım da dikkate değerdir.



Yazar tek başına bir insandır, yalnızdır. Özgün sanat yapıtlarının, sanatçıların istemli yalnızlıklarının tetiklemesiyle ortaya çıktığını düşünürsek Sait Faik’in yalnızlığı, diğer sanatçılar gibi ona da sanat ürünleri hediye etmiştir. Ancak Sait Faik, mütemadiyen yalnızlığından sıyrılıp insanlar arasına kaçmak istemiştir. İnsanların yanına gitmiş ve her seferinde orada birilerini bulabilmiştir. Kahvecilerle kahve pişirmiş, balıkçılarla balık tutmuş, onlar gibi konuşmuş, onlar gibi yaşamıştır. Onlar gibi yaşaması, yani içimizden biri gibi yaşaması Sait Faik’in, insan tavrını yakalamasını kolaylaştırmıştır. İnsan tavrını kolayca ele geçiren Sait Faik, hikâyelerinde de bunu yine kolayca yansıtabilmiştir.



Hikâyelerindeki şiirsel anlatım, birçok şairi kıskandıracak ustalıktadır. Hikâyelerinde zaman zaman, şiir mi yoksa hikâye mi okuduğunu unutturabilecek satırlarla karşılaştırır okuyucuyu. Sait Faik’i okurken; “Elinin üstündeki mavi damarlar bir dostluk denizine akıyordu”, “Şu Sirkeci’nin otelleri her Anadolu kasabasından eşya ve merhaba taşır”, “İstanbul’da tifüs, memlekette zelzele, dışarıda harp, ben sana aşıkım” gibi yüzlerce şiir mısrasıyla karşılaşmak mümkündür.



“Kalinikhta” hikâyesindeki; “Yanıma baktım kimseler yok. Az önce çevrem insan doluydu. Köpekler havlıyor, ağaçlar hışırdıyordu. Bir ırmak akıyordu kulağımın dibinden. Ağaçlar suları yıkıyordu. Hayvanlar insanları öpüyordu, köpekler konuşuyor insanlar havlıyordu. Gökyüzü sarıydı.” Bu paragraf öyle sanıyorum ki başlı başına Sait Faik’in şiirsel üslubunu anlatmak için yeterlidir.



Albert Camus; “Yaşama umutsuzluğu olmasa, yaşama sevgisi de olmaz” diyor bir kitabında. Bu durum Sait Faik’in eserlerinde sıkça karşılaştığımız bir anlayıştır. Eserlerinde, umutsuzluk teması en az umut teması kadar geçmektedir.



Sait Faik’in hikâyelerinde, durum ve olaydan çok izlenim vardır. İzlenim önemlidir. Bir günün ya da bir olayın izlenimi… Yine eserlerinde sıkça karşılaştığımız durum ruhsal çözümlemelerin fazla olmasıdır. Konudan çok, izlenim kendisini dikkatle takip ettirir. Bazen olay tamamen ikinci planda kalır, bunun yerine insanın içyapısının anlatımı tercih edilir.



Eserlerini daha çok konuşma diliyle yazması ve iç monologlara oldukça fazla yer vermesi, kendi döneminde Sait Faik’in ayırt edici özelliği olarak okunabilir. Hikâyelerindeki kişilerin eylemleri, genellikle iç tedirginlikle oluşur. Oluşmak; bu da yazarın dış görüntüden çok içe dönük izlenimlerin peşinde olan bir sanatçı oluşuyla açıklanabilir.



Hikâyelerindeki karakterler fazlasıyla canlıdır. Bu fazlalık, hikâyelerinin hayatın herhangi bir bölümünde soluk alıp vermesine olanak sağlıyor. Kitabın kapağını kapattıktan sonra, odadan çıkarken yeni tanıştığınız bir Sait Faik karakteriyle karşılaşmanız işten bile değil. Karakterlerinin “diri” olması, sokakta karşılaştığımız ya da muhtemel karşılaşacağımız izlenimini bırakması hikâyenin kaynağının yine sokakta olduğunun bariz ispatıdır.



Sait Faik’in kent ve kalabalık temalı hikâyelerinde kişi sayısı da oldukça fazladır. Buna karşın sesli bir yalnızlığı içeren -şimdilik ‘kasaba’ diyelim- hikâyelerinde kişi sayısının azlığı göze çarpar. Ayrıca hikâyelerindeki ölüm vurgusunun yalnızca ölümü içinde hissetmeye başlayan hasta bir adamın ölme korkusundan kaynaklandığını söyleyemesek bile, bu ağırlığı bir kenara not etmemiz gerekir. Bozulan sağlığıyla birlikte son yıllarındaki bunalımlı dönemlerini buna bağlamak, hikâyelerindeki ölüm temasının inceden inceye ölüm korkusuyla beraber işlenmiş olduğu kanısını yakamıza iliştiriverir.



Eleştirmenlere göre, Memduh Şevket Esendal ile birlikte Türk hikâyesinin iki zirve isminden biri olan Sait Faik, Türk hikâyesine konu yönünden çeşitlilik kazandıran, dahası bunu göze alabilen ilk hikâyecimizdir. Dikkatini çeken her durumu yalın bir biçimde hikâyeleştirebilmiştir. Necati Cumalı kendisiyle ilgili “Sait Faik, hikâyeciliğimizde bir aşamadır. Sait’e gelinceye kadar hikâye konusu olarak aklımızdan geçirmediğimiz olaylar, onun kaleminde hikâye bütünlüğü kazanmışlardır. Bu açıdan Sait Faik, hikâyeciliğimizin soluğunu, ufkunu genişletmiştir” demektedir.



Hemen tüm eleştirmenlerin üzerinde hemfikir olduğu, savrukluğu konusu kanımca Sait Faik’in eksi notlarından biridir. Dilinin dağınıklığı gözden kaçmayacak iriliktedir. Bu durum, öyle sanıyorum ki yazarın kendini kilitlememesiyle alâkalıdır. Sabit kalmayan, sürekli hareket eden sanatçının dış yansıması…



Sait Faik’in eserleri, herhangi bir akımın içinde değerlendirilebilecek özellikler göstermiyor. Ancak yine de sürrealist etkilenmelerden söz edebiliriz. Sanat anlayışı, doğanın birebir kopya edilmesine karşı çıkan bir çizgide bulunmaktadır. Sait Faik’in sanat anlayışı; resim çekmeyi değil, resim yapmayı savunan bir çizgidedir. Bu önemlidir, o resim yapma telaşına düşmüştür, ancak ortaya ‘nasıl bir şey’in çıktığını umursamaz. Zaten sanat, eşyayı ve insanı sanatçının gözünden, onun yorumundan görmek değil midir? Bu soruya olumlu cevap veriyorsanız, Sait Faik’le aynı yerde duruyorsunuz demektir.



Kendi ifadesiyle Sait Faik’in okumaları içerisinde, André Gide’in yeri ayrıdır. Ancak en büyük dostluğunu şair Lautréamont ile kurmuştur.



Sait Faik’in ulusalcılık ve uygarlık üzerine tekâmül eden fikirleri, daha çok 21. yüzyılın küresel kuşatmalarını hatırlatır bana. Bu anlayışı kısmen de olsa, oldukça hacimli olan eksi notlarından bir diğeridir. Hayatı varoluş estetiğinden habersiz ve varoluş çağrısına kulak vermeden algılayıp yaşamış olan Sait Faik’in, bu açılımdan habersiz tavrıyla tipik cumhuriyet devri aydınlarından olduğu söylenebilir. Sait Faik, çaresiz bir batılıdır bu anlamda.



Kendisi de bir batılı olan Yaşar Nabi, Varlık dergisindeki Sait Faik’le ilgili yazısına, benim için şaşırtıcı olan şu cümlelerle başlıyor: “Namuslu adamdı Sait Faik. Ömrü boyunca namuslu kaldı. Yalnız namuslu olmakla yetinmedi, insanları değerlendirmekte en başta namus ölçüsünü kullandı. Ama namus anlayışı tamamen Batılı idi…”



Sait Faik’in batılı anlayışı, hayatı yorumlama biçimine de sirayet etmiş ve bu durum hikâyelerine de yansımıştır. Ne var ki bu durumu kısmen uygarlık çerçevesinde göstermediği hususular da yok değildir. Kaba ve ruhsuz olan beton yapılara karşı çıkmış, hatta radyonun gürültüsünün düşlerimizi bozguna uğrattığından söz etmiştir.



Ulusalcılık çerçevesinde ise; “Anlaşıldı, ben bayrakları değil insanları seviyorum” cümlesindeki gibi sınırlara ve bayraklara olan uzaklığını belirtmiştir. Bu farklı çıkarımlardan, Sait Faik’in kendine mahsus bir dünya görüşü olduğu sonucunu çıkarmamız zor olmayacaktır.



Yazmak, birçok sanatçıda olduğu gibi Sait Faik için de karşı konulmaz bir yaşama tutkusudur. Bundan asla vazgeçemez. Zaten insanı sanatçı yapan tavır, sanatıyla beraber yaşaması değil midir? “Söz vermiştim kendi kendime, yazı bile yazmayacaktım. Yazı yazmak da bir hırstan başka ne idi? Burada namuslu insanlar arasında sakin ölümü bekleyecektim. Hırs, hiddet neme gerekti? Yapamadım, koştum tütüncüye kâğıt kalem aldım. Oturdum. Adanın tenha yollarında gezerken canım sıkılırsa küçük değnekler yontmak için cebimde taşıdığım çakımı çıkardım. Kalemi yonttum. Yonttuktan sonra tuttum öptüm. Yazmasam deli olacaktım” der bir paragrafında.



Mahmut Alptekin, Sait Faik ile ilgili neşrettiği kitabının ilk sayfasına “Sait Faik için ne yapılsa azdır” cümlesini koymuş. Gerçekten de Türk hikâyesine yeni açılımlar, yeni konular kazandırmış, hikâyeciliğin ufkunu açmış bu adam için ne yazılsa yine de az kalacaktır.



Ölümünden sonra birçok şair kendisiyle ilgili şiirler yazmıştı. O şairlerden biri olan Behçet Necatigil’in 1954 senesinde yazdığı şiirinin üç mısrasıyla yazıyı bitireyim:



“İnsan ilk girdiği koskoca bir sarayda



Nasıl şaşırır birden



Anlamak şaşırmaktır.”



KİTABİYAT



1) Bir Öykü Ustası: Sait Faik, Mahmut Alptekin, Dilek Yayınevi



2) Öyle bir hikâye, hayatta iken yayınlanmış hikâye kitapları, Derleme, YKY



3) Varlık, sayı 791, sayfa 8



4) Varlık, sayı 802, sayfa 9



5) Öykü İzleri, Ömer Lekesiz, Hece Yayınları



6) Sait Faik’in bütün eserleri, YKY