22 Ocak 2010 Cuma

Gel Seni Özlüyorum

Gönderen mad00

Gel Seni Özlüyorum









Geçmiyor zaman…

Oysa yanımdaysan nasıl da doluyor boşlukları anlamsızlıklarımın…

Yetiremiyoruz…Saniyeler,dakikalar,saatler ve günler…



Nasıl da akıyor.

Ama yoksun diye durdu şimdi zaman.



Şimdi sen girsen odaya…Sana sarılsam,sarılsam,sarılsam.Ve o anda dursa ya dünya…Neden sen yokken duruyor ya?



Yalnız kıyılarımda sessizce bekleyiş gemilerimi yüzdürüyorum…Az kaldı diyorum.Sabret diyorum içimdeki bekleyen aşığa…Acı çekme o da seninle yokluğunda bile…



Özlemek…

İlk defa bu kadar sevdim özlemeyi,ve ilk defa bu kadar nefret ettim özlemekten.Yollara hiç bu kadar sövmemişti yüreğim,canım acımamıştı kimsenin yokluğunda bu derece.Ve bekletemedi zaman bile beni böyle…Uzaklıklar gerçekten sevenleri ayıramıyormuş öğrendik birlikte ama gözlerim her yerde seni arıyor.

Delirmeye bu derece yaklaşmamıştım ben “Deliyim ben” diye gezdiğim hiçbir anımda.



Gurur!

Gurur da neyin nesi?Hayatımda en yakınımdakiler için bile vazgeçmemiştim ben gururumdan.Şimdi aşkıma dair içinde gurur geçen tek duygum aşkımla gurur duymamdır herhalde…



Güven

Ne zaman ki çıkageldin bana soru işaretlerimi gömdüm ben.Endişelerim sana yönelik değildi.Güvensizlikler yüzdürdüğüm bireysel alanlarımın suyu çekildi.Şimdi bir tek sana güveniyorum derinliklerde.Oysa tek kişiye güvenmek de hatadır belki de…Güvenim sana dair sadece…Benim güvenim sensin.Benim güvenim bu aşk…Yaşamak için sebebimsin…



Hayat

İşte o sensin!Hayatımsın…



VE SEVMEK!!!

Öyle bir şeylerin hoşuna gitmesi değil bu.Sevmek nankörce olmaz öyle herkesin sandığı gibi…Gerçek sevgi koşulsuz sevdiğinde çıkageliyor…Neden sevdiğini bilmeden seviyorsun…

Ben seni bir şeylere rağmen değil ben seni rağmensiz seviyorum. …Ruhumsun çünkü…Seninle sıcak ve canlıyım.Sensiz bir morga yakışıyor bu beden ve uçmaya varacak gibi her an bu ruh…



Özlüyorum…

Uyumak uzak kalıyor artık bana…Hem hiçbir şey yapmıyor hem çok şey yapıyorum…Aldığım her nefesle seni yaşıyorum ve seni özlüyorum…



Nasıl oldu da anlamım oldun benim?

Aşk anlamlandırmak mıdır anlamsızlıkları?



Hadi gel artık…

Sarılayım sana

Öpeyim

Gözlerinin en derininde kaybolup

Tebessümünle kendime döneyim…

Gel artık

Çünkü bitmez bu özlem

Ben seni,seninleyken de özlüyorum

Gel,

Seni seviyorum…

SENİ SEVİYORUM!…

SöyLemedinki

Gönderen mad00






Sen benim “İmkansızımsın” demeseydin de,

“Seninle her imkansıza göğüs gererim” deseydin…

Belki tüm imkansızlıkları yok ederdim seninle…

Söylemedin ki…

Sen benimsin” demeseydin de “Ben sana aidim” deseydin…

Başka yüreklerde olsan da varlığını hissedebilirdim, bana ait olan hep bende kalır diye…

Söylemedin ki…

“Senin için her zorlukla savaşırım” değil de;

“Senden gelen hiçbir şey zorluk değil” deseydin;

İnanırdım yüreğinin sadece benim için çarptığına, cesaretine…

Söylemedin ki…

“Sen olmadan yaşayamam” değil de,

“Sensizlik diye bir şey yok; sen var olmasan da benimlesin” deseydin…

İnanırdım sevginin sonsuzluğuna, aşkın sıcaklığına…

Söylemedin ki…

“Sen benim rüyamsın” değil de

“Gerçekleşen rüyamsın” deseydin;

Uzağında da olsam yaşatırdım bu gerçeği sende, rüya olmaktan çıkarırdım bizi…

Söylemedin ki…

“Sen benim eş ruhumsun” değil de,

“Sen aslında Bensin” deseydin…

Yokluğunda bile devam ettirirdim sen olmayı, kendimi unutmak olsa da sonu…

Söylemedin ki…

“Seni Seviyorum” değil de,

“Seni hep seveceğim” deseydin,

Yalan da olsa sevgin, hiç dönmeyecek olsan da inanırdım bana bir gün döneceğine…

Beklerdim ömrümün sonuna kadar gelmeyişlerini…

Söylemedin ki…

“Seni çok özlüyorum” değil de “Seni özlemek bile güzel” deseydin;

Ayrı da olsak inanırdım beni her dem yüreğinde yaşattığına, ne kadar uzak olsak da hep yüreğinde yaşayacağıma…

Söylemedin ki…

“Sen benim için çok özelsin” demeseydin de;

“Özel olan her şey sende saklı” deseydin;

Kendimi şimdi böyle basit hissetmezdim, söylediğin hakaretlerin altında bu denli ezilmezdim…

Söylemedin ki…

“Bir gün bitecek” demeseydin de

“Aslında seni hiç sevmemişim.” deseydin ;

En azından delikanlı biri yaşatırdım yüreğimde…

Seni bana kendini tanıttığın gibi değil de, benim tanımak istediğim,

O cesur, o gerçekçi, o mücadeleci, o sıcak, o delim kalsaydın benliğimde…

Sait Faik Abasıyanık’ın edebiyat yolcuğu, 1936 yılında yayınladığı ilk hikâye kitabı Semaver’le başlamış, ölümünden bir yıl sonra yayınlanan son kitabı Tüneldeki Çocuk (1955) ile sona ermiştir. İçimizde yer edinen, hikâyeleriyle bizi saran, Türk hikâyesini bir yerden bir yere taşıyan Sait Faik’in öyküsü tek cümleyle böyle.




Sait Faik’in bendeki fotoğrafı, elindeki bıçağıyla tahta sopaları yontan, balıkçılarla konuşan ve devamlı sigara içen yaşlı bir adamdır. Zihnimde canlanan izlenimi de buna yakındır.



Türk hikâyesinin ‘giriş kapısı’, diğer bir ifadeyle ‘etki babası’ olan Sait Faik, hikâyelerini en az “yemek yiyen bir işçi” kadar güzel örmüştür. Sait Faik’le ilgili bir yazının giriş cümlesi böyle olmalıdır. Türk edebiyatında hikâye işçiliği yapmış, buna gayret etmiş her isimde, özellikle ilk dönemlerinde, yoğun bir Sait Faik etkisi görülür. Bu konuda eleştirmenlerin hemfikir olması kadar, hikâyecilerin de ‘hakkını veren’ itirafları dikkate şayandır. Behçet Necatigil bununla ilgili olarak; “Bugünün hikâyecileri hele çıkış noktasında Sait Faik’in tesirindedirler, sonra sonra ayrı kişiliklere kavuşurlar” demektedir.



“Sanat aslında insandır” diyen Sait Faik, eserlerinde genel anlamıyla insanı işlemiştir. Konusu da, kaynağı da, malzemesi de, duygusu da insandır. Onda güneş gören bir evin insana açılan bütün pencereleri vardır. Dülger balığını anlatırken bile aslında insanı konu edinir. Dülger balığının içine, insanı öyle titiz bir ustalıkla yerleştirmiştir ki, bundan etkilenmemek mümkün değildir. Bu duruma yol açan etkeni, Sait Faik’teki dinmez insan sevgisine bağlamamız oldukça yerinde olacaktır. O, hayatı insan temelinde algılar. Bütün yollar insana uzar onun anlayışında. Her şey insan için vardır, insansız dünya ve hayat anlamsız olacaktır: “İnsansız hiçbir şeyin güzelliği yok, her şey onun sayesinde onunla güzel. Bu dakikada, bu günün güzelliği gökte ay, uzakta güneşin bir billur bahçe gibi pırıltısı; hiçbir şey değil.”



“İnsanın kendisinin odak noktası olmadığı hiçbir öz yoktur” der edebiyat kuramcısı Georg Lukacs. Sait Faik’in temel hareket algısı Lukacs’nın savının özü şeklinde işliyor. O, insana âşıktır. Hatta yer yer Sait Faik’in insan sevgisi, bana aşırı gelen hümanist çığlıklarla bile doludur. Bu durum kanımca yazarın, hayatı var oluş çağrısının uzağında yaşamasıyla özetlenebilir. Bunda modern zamanları hatırlatan ince bir fark vardır.



Sait Faik’in toplumsal bakışı da yine insan teki üzerinden işler. Aslında insanı vermekle toplumu verdiğine inanır. Bireyin kişisel sorunlarını, iç sıkıntılarını, duygularını, sevinçlerini, kızgınlıklarını işleyerek, insan teki üzerinden toplumsal yaklaşımın toplu fotoğrafını çekmiş olur.



Sait Faik’in bireyciliği, ‘nevi şahsına münhasır bireyciliktir’ dememiz bizi yanıltmayacaktır. Dış anlatımla gerçeküstü anlatımın birleşmesi Sait Faik’in hikâyesinin temel noktalarından biridir. “Havada Bulut” hikâyesindeki insan özüne odaklanan tavrı aynı düzlemde devam eden; “Haritada bir nokta”, “Ermeni balıkçı ile topal martı”, “Dülger balığının ölümü” gibi hikâyelerinde de fazlasıyla görülebilir. Bu hikâyelerdeki gerçeküstü anlatım da dikkate değerdir.



Yazar tek başına bir insandır, yalnızdır. Özgün sanat yapıtlarının, sanatçıların istemli yalnızlıklarının tetiklemesiyle ortaya çıktığını düşünürsek Sait Faik’in yalnızlığı, diğer sanatçılar gibi ona da sanat ürünleri hediye etmiştir. Ancak Sait Faik, mütemadiyen yalnızlığından sıyrılıp insanlar arasına kaçmak istemiştir. İnsanların yanına gitmiş ve her seferinde orada birilerini bulabilmiştir. Kahvecilerle kahve pişirmiş, balıkçılarla balık tutmuş, onlar gibi konuşmuş, onlar gibi yaşamıştır. Onlar gibi yaşaması, yani içimizden biri gibi yaşaması Sait Faik’in, insan tavrını yakalamasını kolaylaştırmıştır. İnsan tavrını kolayca ele geçiren Sait Faik, hikâyelerinde de bunu yine kolayca yansıtabilmiştir.



Hikâyelerindeki şiirsel anlatım, birçok şairi kıskandıracak ustalıktadır. Hikâyelerinde zaman zaman, şiir mi yoksa hikâye mi okuduğunu unutturabilecek satırlarla karşılaştırır okuyucuyu. Sait Faik’i okurken; “Elinin üstündeki mavi damarlar bir dostluk denizine akıyordu”, “Şu Sirkeci’nin otelleri her Anadolu kasabasından eşya ve merhaba taşır”, “İstanbul’da tifüs, memlekette zelzele, dışarıda harp, ben sana aşıkım” gibi yüzlerce şiir mısrasıyla karşılaşmak mümkündür.



“Kalinikhta” hikâyesindeki; “Yanıma baktım kimseler yok. Az önce çevrem insan doluydu. Köpekler havlıyor, ağaçlar hışırdıyordu. Bir ırmak akıyordu kulağımın dibinden. Ağaçlar suları yıkıyordu. Hayvanlar insanları öpüyordu, köpekler konuşuyor insanlar havlıyordu. Gökyüzü sarıydı.” Bu paragraf öyle sanıyorum ki başlı başına Sait Faik’in şiirsel üslubunu anlatmak için yeterlidir.



Albert Camus; “Yaşama umutsuzluğu olmasa, yaşama sevgisi de olmaz” diyor bir kitabında. Bu durum Sait Faik’in eserlerinde sıkça karşılaştığımız bir anlayıştır. Eserlerinde, umutsuzluk teması en az umut teması kadar geçmektedir.



Sait Faik’in hikâyelerinde, durum ve olaydan çok izlenim vardır. İzlenim önemlidir. Bir günün ya da bir olayın izlenimi… Yine eserlerinde sıkça karşılaştığımız durum ruhsal çözümlemelerin fazla olmasıdır. Konudan çok, izlenim kendisini dikkatle takip ettirir. Bazen olay tamamen ikinci planda kalır, bunun yerine insanın içyapısının anlatımı tercih edilir.



Eserlerini daha çok konuşma diliyle yazması ve iç monologlara oldukça fazla yer vermesi, kendi döneminde Sait Faik’in ayırt edici özelliği olarak okunabilir. Hikâyelerindeki kişilerin eylemleri, genellikle iç tedirginlikle oluşur. Oluşmak; bu da yazarın dış görüntüden çok içe dönük izlenimlerin peşinde olan bir sanatçı oluşuyla açıklanabilir.



Hikâyelerindeki karakterler fazlasıyla canlıdır. Bu fazlalık, hikâyelerinin hayatın herhangi bir bölümünde soluk alıp vermesine olanak sağlıyor. Kitabın kapağını kapattıktan sonra, odadan çıkarken yeni tanıştığınız bir Sait Faik karakteriyle karşılaşmanız işten bile değil. Karakterlerinin “diri” olması, sokakta karşılaştığımız ya da muhtemel karşılaşacağımız izlenimini bırakması hikâyenin kaynağının yine sokakta olduğunun bariz ispatıdır.



Sait Faik’in kent ve kalabalık temalı hikâyelerinde kişi sayısı da oldukça fazladır. Buna karşın sesli bir yalnızlığı içeren -şimdilik ‘kasaba’ diyelim- hikâyelerinde kişi sayısının azlığı göze çarpar. Ayrıca hikâyelerindeki ölüm vurgusunun yalnızca ölümü içinde hissetmeye başlayan hasta bir adamın ölme korkusundan kaynaklandığını söyleyemesek bile, bu ağırlığı bir kenara not etmemiz gerekir. Bozulan sağlığıyla birlikte son yıllarındaki bunalımlı dönemlerini buna bağlamak, hikâyelerindeki ölüm temasının inceden inceye ölüm korkusuyla beraber işlenmiş olduğu kanısını yakamıza iliştiriverir.



Eleştirmenlere göre, Memduh Şevket Esendal ile birlikte Türk hikâyesinin iki zirve isminden biri olan Sait Faik, Türk hikâyesine konu yönünden çeşitlilik kazandıran, dahası bunu göze alabilen ilk hikâyecimizdir. Dikkatini çeken her durumu yalın bir biçimde hikâyeleştirebilmiştir. Necati Cumalı kendisiyle ilgili “Sait Faik, hikâyeciliğimizde bir aşamadır. Sait’e gelinceye kadar hikâye konusu olarak aklımızdan geçirmediğimiz olaylar, onun kaleminde hikâye bütünlüğü kazanmışlardır. Bu açıdan Sait Faik, hikâyeciliğimizin soluğunu, ufkunu genişletmiştir” demektedir.



Hemen tüm eleştirmenlerin üzerinde hemfikir olduğu, savrukluğu konusu kanımca Sait Faik’in eksi notlarından biridir. Dilinin dağınıklığı gözden kaçmayacak iriliktedir. Bu durum, öyle sanıyorum ki yazarın kendini kilitlememesiyle alâkalıdır. Sabit kalmayan, sürekli hareket eden sanatçının dış yansıması…



Sait Faik’in eserleri, herhangi bir akımın içinde değerlendirilebilecek özellikler göstermiyor. Ancak yine de sürrealist etkilenmelerden söz edebiliriz. Sanat anlayışı, doğanın birebir kopya edilmesine karşı çıkan bir çizgide bulunmaktadır. Sait Faik’in sanat anlayışı; resim çekmeyi değil, resim yapmayı savunan bir çizgidedir. Bu önemlidir, o resim yapma telaşına düşmüştür, ancak ortaya ‘nasıl bir şey’in çıktığını umursamaz. Zaten sanat, eşyayı ve insanı sanatçının gözünden, onun yorumundan görmek değil midir? Bu soruya olumlu cevap veriyorsanız, Sait Faik’le aynı yerde duruyorsunuz demektir.



Kendi ifadesiyle Sait Faik’in okumaları içerisinde, André Gide’in yeri ayrıdır. Ancak en büyük dostluğunu şair Lautréamont ile kurmuştur.



Sait Faik’in ulusalcılık ve uygarlık üzerine tekâmül eden fikirleri, daha çok 21. yüzyılın küresel kuşatmalarını hatırlatır bana. Bu anlayışı kısmen de olsa, oldukça hacimli olan eksi notlarından bir diğeridir. Hayatı varoluş estetiğinden habersiz ve varoluş çağrısına kulak vermeden algılayıp yaşamış olan Sait Faik’in, bu açılımdan habersiz tavrıyla tipik cumhuriyet devri aydınlarından olduğu söylenebilir. Sait Faik, çaresiz bir batılıdır bu anlamda.



Kendisi de bir batılı olan Yaşar Nabi, Varlık dergisindeki Sait Faik’le ilgili yazısına, benim için şaşırtıcı olan şu cümlelerle başlıyor: “Namuslu adamdı Sait Faik. Ömrü boyunca namuslu kaldı. Yalnız namuslu olmakla yetinmedi, insanları değerlendirmekte en başta namus ölçüsünü kullandı. Ama namus anlayışı tamamen Batılı idi…”



Sait Faik’in batılı anlayışı, hayatı yorumlama biçimine de sirayet etmiş ve bu durum hikâyelerine de yansımıştır. Ne var ki bu durumu kısmen uygarlık çerçevesinde göstermediği hususular da yok değildir. Kaba ve ruhsuz olan beton yapılara karşı çıkmış, hatta radyonun gürültüsünün düşlerimizi bozguna uğrattığından söz etmiştir.



Ulusalcılık çerçevesinde ise; “Anlaşıldı, ben bayrakları değil insanları seviyorum” cümlesindeki gibi sınırlara ve bayraklara olan uzaklığını belirtmiştir. Bu farklı çıkarımlardan, Sait Faik’in kendine mahsus bir dünya görüşü olduğu sonucunu çıkarmamız zor olmayacaktır.



Yazmak, birçok sanatçıda olduğu gibi Sait Faik için de karşı konulmaz bir yaşama tutkusudur. Bundan asla vazgeçemez. Zaten insanı sanatçı yapan tavır, sanatıyla beraber yaşaması değil midir? “Söz vermiştim kendi kendime, yazı bile yazmayacaktım. Yazı yazmak da bir hırstan başka ne idi? Burada namuslu insanlar arasında sakin ölümü bekleyecektim. Hırs, hiddet neme gerekti? Yapamadım, koştum tütüncüye kâğıt kalem aldım. Oturdum. Adanın tenha yollarında gezerken canım sıkılırsa küçük değnekler yontmak için cebimde taşıdığım çakımı çıkardım. Kalemi yonttum. Yonttuktan sonra tuttum öptüm. Yazmasam deli olacaktım” der bir paragrafında.



Mahmut Alptekin, Sait Faik ile ilgili neşrettiği kitabının ilk sayfasına “Sait Faik için ne yapılsa azdır” cümlesini koymuş. Gerçekten de Türk hikâyesine yeni açılımlar, yeni konular kazandırmış, hikâyeciliğin ufkunu açmış bu adam için ne yazılsa yine de az kalacaktır.



Ölümünden sonra birçok şair kendisiyle ilgili şiirler yazmıştı. O şairlerden biri olan Behçet Necatigil’in 1954 senesinde yazdığı şiirinin üç mısrasıyla yazıyı bitireyim:



“İnsan ilk girdiği koskoca bir sarayda



Nasıl şaşırır birden



Anlamak şaşırmaktır.”



KİTABİYAT



1) Bir Öykü Ustası: Sait Faik, Mahmut Alptekin, Dilek Yayınevi



2) Öyle bir hikâye, hayatta iken yayınlanmış hikâye kitapları, Derleme, YKY



3) Varlık, sayı 791, sayfa 8



4) Varlık, sayı 802, sayfa 9



5) Öykü İzleri, Ömer Lekesiz, Hece Yayınları



6) Sait Faik’in bütün eserleri, YKY

Teknosa"nın hikayesini dünya dinledi








Teknosa Genel Müdürü Nane, perakende devlerini bir araya getiren Dünya Perakende Kongresi"ne katılarak, Teknosa"yı Türkiye"de kendi sektöründe liderlik koltuğuna taşıyan başarı hikáyesini anlattı





TEKNOSA, dünyanın en önemli zirvelerinden Dünya Perakende Kongresi"ne (World Retail Congress) davet edildi. Teknosa Genel Müdür Mehmet T. Nane, 9-11 Nisan tarihlerinde Barselona"da düzenlenen Dünya Perakende Kongresi"ne katılarak dünya perakende sektörünün önde gelen liderleri ve fikir önderleri ile birlikte "Gelişen Pazarlar" başlıklı panelinde konuşmacı olarak yer aldı. Kongre kapsamında düzenlenen panelde, faaliyet gösterdikleri pazarlarda dikkat çekici başarılara imza atmış olan perakende devleri, "Gelişen Pazarlar" panelinde kendi başarı öykülerini paylaştı. 7 yılda 200"i aşkın mağaza açan, cirosunu 700 milyon dolara çıkaran Teknosa, başarı hikayesiyle dikkat çekti. Nane, Teknosa"nın artan rekabete karşı geliştirdiği stratejilerini ve yenilikçi teknolojilere yatırımlarını kongre katılımcıları ile paylaştı.





PERAKENDEDE BEŞİNCİ





TEKNOSA"NIN Türkiye"de gıda dışı perakendede lider ve toplam perakende pazarında beşinci büyük oyuncu olduğunu aktaran Nane "Pazara yeni oyuncuların geleceğini, rekabetin artacağını önceden gördük. Bilimsel perakendecilik anlayışı ile çalıştık. Rekabet stratejilerimizi müşteri odaklılık üzerine geliştirdik. Rekabet büyürken biz de büyümeyi başardık" dedi. Nane"ye, Avustralya pazarının lideri Myer CEO"su Bernie Brooks, Ortadoğu"nun en hızlı büyüyen perakendecisi Kamal Osman Jamjoom Global BT Müdürü Thameem Rizvon ve Hintli Aditya Birla Retail CEO"su Sumant Sinha eşlik etti. EKONOMİ SERVİSİ

ORMAN PERİSİ'NİN GÜLLERİ





Yemyeşil ağaçlarla kaplı ormanın birinde genç bir peri yaşarmış. Bu peri



çiçeklerden en çok gülleri severmiş. Evinin bahçesinde renk renk güller



yetiştirirmiş. Bu güller o kadar taze ve güzellermiş ki gören herkes perinin



güllerine hayran kalırmış.



Peri de güllerini çok sever, her sabah onları hem sular hem de onlarla konuşurmuş. Genç peri gülleriyle çok mutluymuş, ama onu üzen bir durum varmış. Peri güllerini çok sevdiği için onların solmalarına dayanamazmış. Güllerin bir süre sonra solması çok doğalmış, fakat genç peri güllerinin solmasına çok üzülüyor, güllerinin hep ilk günkü gibi taze ve diri kalmalarını istiyormuş. Kendi kendine “güllerim hep böyle güzel kalsa! O zaman hiç mutsuz olmam.” diyormuş. Bir sabah çiçeklerini yine sularken perinin dikkatini sarı renkte bir gül tomurcuğu çekmiş. Bu tomurcuk da diğer gül tomurcukları gibi pek güzelmiş. Fakat rengi diğerlerinden apayrıymış. Çok daha güzel ve değişik bir tondaymış tomurcuğun rengi. Bu yüzden, genç peri sarı tomurcuğa daha özenli bakmaya başlamış. Her sabah ona “küçük sarı tomurcuk büyüyecek, kocaman güzel bir gül olacak” diye güzel sözler söylüyormuş. Tomurcuk da bunu anlıyormuş gibi günden güne daha da güzelleşerek büyümüş. Kocaman bir gül olduğunda ise bahçedeki diğer güllerin arasında tıpkı gökyüzündeki güneş gibi ışıldıyormuş. O kadar güzelmiş ki onu görenler sarı güle bakmaya doyamıyorlarmış. Peri de bunun farkındaymış ve çok mutluymuş. Fakat sarı gülün de bir gün solacağını bildiği için, içten içe bir üzüntü duyuyormuş.







Aradan bir gün geçmiş, bir hafta geçmiş, bir ay geçmiş. Bu süre içinde bahçedeki bütün güller solmuş, yerlerini yeni tomurcuklara bırakmışlar: güzel, sarı gül dışında! Bir ay geçmesine rağmen sarı gül solmamış, benzersiz güzelliğinden hiçbir şey kaybetmemiş. Peri ilk başta bu işe çok şaşırmış fakat yine de sevinçliymiş. Çünkü güllerinin en güzeli solmamışmış.







İyi yürekli peri, her gün onu evinin penceresinden seyrediyor, onu özenle suluyor, ona güzel sözler söylüyormuş. Gel zaman git zaman; peri, bu işten sıkılmaya başlamış. Sarı gül hiç solmuyormuş, fakat bu periye artık mutluluk vermemeye başlamış. Çünkü peri sarı güle dair hiçbir umut taşımıyormuş içinde. Önceden gülleri solduğu vakit, yeni tomurcukların ne zaman çıkacağını merak ederek onlarla sabırla ilgilenir, umutla güllerinin açılacağı zamanı beklermiş. Fakat şimdi sarı gül hiç solmadığı için böyle düşünceleri kalmamış. Bu da periyi bir zaman sonra mutsuz etmiş. Yetiştirdiği güllerinin solmamasını isteyerek ne kadar yanlış düşündüğünü anlamış. Her şeyi doğal haliyle sevmek en güzeliymiş. Bu yüzden o günden sonra orman perisi, doğadaki her şeyi olduğu gibi kabul etmeye karar vermiş. Orman perisi uzun yıllar, bahçesinde yetiştirdiği güllerle beraber evinde mutlu bir hayat sürmüş.

KAYBOLAN HAZİNELER

Gönderen mad00

KAYBOLAN HAZİNELER













Sevgili aynacık gecelerden bir gece o güzel masallarından birisini seçerek padişah kızının yanına gelmiş: Ey padişah kızı, bu gece sana uzun bir masal anlatacağım. İyi dinle. Gözlerini hemencecik uykuya teslim etme.



Uzun zaman önce; belki bin yıl, belki iki-bin yıl önce bir padişah varmış. Bu padişah çok uzak memleketlerin birisinde yaşıyormuş. Bu ülke öyle uzakmış ki, oraya varmak için yüz tane dağ, elli tane ova, beş-yüz tane de ırmak geçmek gerekiyormuş. İşte ben sana bu ülkede geçen bir olayı anlatacağım bu gece.



Birgün ülkenin padişahı veziri ile beraber şehri dolaşmaya çıkmış. Herkes kendi işiyle ilgileniyor, bir koşturmacadır devam ediyormuş. Her sabah olduğu gibi bu sabah da dükkanlar bir bir açılmış. Padişah, halkının böylesine çalışkan olmasından büyük bir memnunluk duyuyormuş.



Yürürken karşılarına bir demirci dükkanı çıkmış. Demirci, ikidebir örsün başına geliyor ve ağlıyormuş. Öyle bir ağlıyormuş ki, görenin merak etmemesi mümkün değilmiş. Bütün gün bunu yaptığı için hiç müşterisi kalmamış zavallı adamın. Çünkü ağlamaktan iş yapamıyormuş. Tabiî ki durumu gören padişah da meraklanmış.



- Çok garip, demiş içinden. Ne ola ki bu adamın derdi? Bilebilsek de bir yardımımız dokunsa.



Hemen vezirine emir vermiş:



- Tez öğrenin bu adamın derdini, bana haber verin.



Yürümeye devam etmişler. O sokak senin, bu sokak benim dolaşıyorlarmış. Padişah halkının durumunu merak ettiği için her şeyi inceliyormuş.



Karşılarına bir bahçe çıkmış. Bahçede çeşit çeşit ağaç varmış. Birden gördükleri şeye inanamamışlar. Bahçıvan kocaman bir elma ağacının yanında bekliyor, birden ağacın başında bir şey görmüş gibi sevinçle ağaca tırmanmaya başlıyor, fakat ağlaya ağlaya geri iniyormuş. Padişah hiçbir anlam verememiş adamın bu davranışına:



- Acep bu bahçıvanın derdi ne ki?



Vezirine dönmüş ve;



- Bu adam neden böyle yapmaktadır öğrenesin, demiş.



Padişah vezirle beraber yine yoluna devam etmiş. Hava öyle güzelmiş ki, yürüdükçe yürümek istiyorlarmış. Her taraf yemyeşilmiş. Rengarenk çiçeklerin kokusu insanı sevince boğuyormuş. Neşeyle biraz daha yürümüşler. Bu sefer de karşılarına bir dilenci çıkmış. Bu dilencinin gözleri



görmüyormuş. Fakat garip olan, yoldan gelip-geçen insanlar bu dilencinin ensesine bir tokat indirip avucuna para bırakıyorlarmış. Dilenci her tokat yiyişinde;



- Sağolun, eksik olmayın; diyormuş.



Padişah hayretler içinde kalmış. “Acaba bu insanlar delirmiş de benim mi haberim yok”, diye kendi kendine sorar olmuş. Bir yandan da kızıyormuş:



- Şu devletin padişahıyım. Bu insanların bir derdi olmalı ki böyle garip davranıyorlar. Ve ben bütün bunlardan habersizim. Kimbilir daha kaç kişi böyle acı çekiyor.



Vezirine;



- Bu dilencinin de derdini dinleyin, demiş. Hepsinin başına ne geldiğini tez öğrenmek isterim.



Padişah ile vezir saraya dönmüşler. Fakat padişah huzursuz, bütün gördüklerinden şaşkına dönmüş.



Vezir hemen ertesi gün bu üç adamı saraya çağırtmış. Demirci, bahçıvan ve dilenci biraz korkmuşlar. Fakat emir padişahtan, gitmek zorundaymışlar. Endişeli endişeli sarayın yolunu tutmuşlar. Önce demirci başlamış başından geçenleri anlatmaya:



- Birgün dükkanımın önünden tavuk satan bir adam geçiyordu. Onu hemen durdurup iki tane tavuk satın aldım. Çırağımla bu tavukları eve gönderdim. Çırağa, “Hemen ikisini de pişirsinler. Birini kendileri yesin, diğerini de bana göndersinler. İşim çok. Bütün gece çalışabilirim.” dedim. Akşam vakti çırak tavuğu getirdi bana. Öyle acıkmışım ki, ocağın başına soframı kurdum. Oturdum bir güzel tavuğu yemeye başladım. O sırada örsün yanında bir kedi ortaya çıktı. Nereden geldiğini görmemiştim. Yediğim tavuktan istediği açıktı. Miyavlayıp duruyordu. Fakat ne kadar yalvardıysa tek bir lokma dahi vermedim kediye. Tavuğun bir budu bir de kanadı kalmıştı geriye. Tam kanadı yiyecekken kedi konuşmaya başladı: “Bana o kanadı verirsen, karşılığında sana yüz tane altın veririm.” Kedinin konuşması beni şaşırtmıştı, ama onu dinlemedim. Kanadı da afiyetle yedim. Tavuğun budunu elime almıştım ki, kedi yine konuşmaya başladı: “Budu yeme. Bana ver. Buna karşılık sana bir hazine veririm.” Ben kediyi kovaladım. Ve budu da bir güzel yedim. Budu tam bitirmiştim ki kedinin birden ortadan kaybolduğunu farkettim. Nereye gitmişti anlamadım. Fakat kedinin bulunduğu yerde bir parıltı vardı. Yaklaştım, bir de ne göreyim. Bir delik ve bu delikten bir hazine görünüyor. Elimi uzattım. Ama elimi her uzatışımda hazine kayboldu. Çıldıracaktım. Uzaklaşıyordum, hazine ortaya çıkıyordu. Yaklaşıyordum, kayboluyordu. Bunun için o günden beri örse yaklaşıp yaklaşıp ağlıyorum.



Demircinin hikayesini dinledikten sonra sıra bahçıvana gelmiş. O da başına gelenleri şöyle anlatmış:



- Bir sabah meyveleri toplamak için bahçeye girdim. Elma ağacının başına çıkmış bir bir meyveleri topluyordum. Bu sırada tam karşımda duran çok güzel bir kuş gözüme çarptı. Daha önce böylesine güzel bir kuşu hiç görmemiştim. Kuşu yakalamak için elimi uzattım, fakat o daha hızlı davrandı ve beni yakaladığı gibi havalandı. Bir süre uçtuktan sonra kocaman bir gül bahçesine indik. Daha önce bu kadar güzel bir gül bahçesi de görmemiştim. Güller öyle güzel açmıştı ki, o renkte güllerin varlığını bile bilmiyordum. Akılım başımdan uçtu gitti. Bahçede deli-divane gezinirken bir ihtiyar çıktı karşıma.







Beraberce bir köşeye oturduk. Benimle konuşmaya başladı: “O kuşu sana ben gönderdim. Seni alıp getirmesini ben istedim ondan. Seni oğlum olarak seçtim.” Bunları söyledikten sonra bahçenin ortasında bulunan muhteşem bir saraya gittik. Sarayda bir hazinesi vardı ve bu hazineyi bana gösterdi. Bu kadar çeşit mücevheri bir arada görmek benim için sadece rüyalarda mümkün olabilirdi. İhtiyar bana; “Yaşlandım, yakında öleceğim. Oğlum olmayı kabul edersen bütün bu gördüklerin senin olacak.” dedi. Teklifi sevinçle kabul ettim tabiî ki. İhtiyar adam bir ara dışarıya çıktı. Ben de onun gidişinden faydalanmak istedim ve bir yüzüğü cebime attım. Adam geri geldiğinde yüzündeki ifade değişmişti. Kuşu çağırdı, “Bu adamı nereden getirdiysen oraya götür. Ben böyle bir evlat istemiyorum.” dedi. Kuş beni yakaladığı gibi elma ağacının başına getirdi. Şimdi aşağıda olduğum zaman kuşu aynı yerde görüyorum. Hemen ağaca tırmanıyorum. Fakat kuş kaybolmuş oluyor. Ağlayarak tekrar iniyorum.



Bahçıvanın hikayesi de böyleymiş. Hayretle dinliyorlarmış bu garip adamların başından geçenleri. Sıra dilenciye gelmiş. Onun da hikayesini ilgiyle dinlememek mümkün değilmiş:



- Ben sapasağlam bir insandım. Gözlerim görüyordu. Bir işim vardı. Mutluydum. Yetmiş tane atım vardı benim. Onlarla yük taşırdım. İşim iyiydi. Kimseye muhtaç değildim. Fakat açgözlülüğüm yüzünden her şeyimi kaybettim. Birgün bir tüccar atlarımı kiraladı. Bütün yükü güzelce yerleştirdik ve beraber yola çıktık. Konuşa konuşa yolumuza devam ediyorduk. Bir ara adam yükün tamamının altın olduğunu söyleyiverdi. Bir anda aklıma olmadık kötülükler gelmeye başladı. Zengin olabilirdim. İçimdeki ses tüccarı öldürmemi söyleyip duruyordu. Issız bir yerden geçiyorduk. Ben atları durdurdum. Tüccar karşı çıktı: “İşim çok acele, durmadan devam etmeliyiz.” Fakat ben onu dinlemiyordum. “Seni öldüreceğim ve bütün altınlar benim olacak.” diyordum adama. Adam altınların yarısını teklif etti, ama kabul etmedim. İlle de hepsi olacak diye tutturmuştum. Hem adamı bırakırsam beni şikayet etmesinden korkuyordum. Öldürmeliydim. Gözüm hiçbir şey görmüyordu. Bu kadar kötü kalpli olduğumu ben de bilmiyordum. Meğer öyleymiş. Demek ki para, insanı bu kadar değiştirebiliyormuş. Tam elimdeki bıçağı saplayacaktım ki, adam beni durdurdu. “Dur” dedi. “Bende bir sürme var. Göze sürüldüğü zaman toprak altında ne kadar hazine varsa hepsi görülüyor.” Bıçağı çektim. “Sür de görelim”, dedim. Keşke demeseydim. Sürmeyi cebinden çıkardı ve tek gözüme sürdü. Gerçekten de dediği doğruydu. Toprak altındaki hazineleri görebiliyordum. Bu sefer de öteki gözüme sürmesini istedim. “Olmaz” dedi. “Eğer iki gözüne sürersem kör olursun ve bir daha hiçbir şey göremezsin.” İnanmadım. Diğer gözüme de sürme çektirdim. Ve bir anda her taraf karardı. Artık hiçbir şey görmüyordum. Tüccar atlarımı da alarak kaçtı. Yaptıklarımın cezasını enseme tokat attırarak ödemeye çalışıyorum. Akılsızlığıma yanıyorum.



Padişah hikayelerin hepsini dikkatle dinlemiş, adamlara acımış. Hemen onlara hazineden para verdirmiş. Ve sarayda görevlendirmiş onları. İnsanlara başlarından geçen olayları anlatacaklarmış. Anlatacaklarmış ki hiçkimse böyle açgözlü olmasın

ÇİZMELİ KEDİ

Gönderen mad00

ÇİZMELİ KEDİ








Bir zamanlar, üç oğlu olan bir değirmenci varmış. Değirmenci ölünce büyük oğluna değirmen, ortanca oğluna eşek, küçük oğluna da kedi miras kalmış. Küçük oğlu bu duruma çok üzülmüş.



“Kedi ne işine yarar ki insanın?” diye yakınmış. “Pişirip yiyemezsin bile.” Kedi bunu duymuş ve hemen cevap vermiş. “Kötü bir mirasa sahip olmadığınızı göreceksiniz efendim. Bana boş bir çuval ve bir çift de çizme verirseniz, neye yarayacağımı görürsünüz.”



Şaşkınlıktan ağzı bir karış açık kalan çocuk, kedinin istediklerini yapmış. Kedi çizmeleri giyince ayna karşısına geçmiş ve kendini pek beğenmiş. Sonra kilerden taze bir marulla güzel bir havuç seçip ormanın yolunu tutmuş. Ormanda çuvalın ağzını açmış, marulla havucu çuvalın içine yerleştirip bir ağacın arkasına saklanmış. Çok geçmeden taze sebzelerin kokusunu alan küçük bir tavşan çuvalın yanına gelmiş, zıplayıp içine atlamış. Kedi saklandığı yerden çıkıp çuvalın ağzını sıkı sıkı bağlamış.



Ancak Çizmeli Kedi tavşanı efendisine götürmek yerine doğruca saraya gidip Kral’la görüşmek istediğini söylemiş. Kral’ın huzuruna çıktığında yere eğilerek, “Yüce Efendimiz, size Efendim Marki’den bir hediye getirdim,” demiş. Bu hediye Kral’ın çok hoşuna gitmiş.



Üç ay boyunca Çizmeli Kedi saraya o kadar çok hediye götürmüş ki, Kral artık onun yolunu gözler olmuş. Derken Çizmeli Kedi’nin dört gözle beklediği gün nihayet gelmiş çatmış. “Bana sakın neden diye sormayın ve bu sabah ırmağa gidip yıkanın,” demiş sahibine. Çizmeli Kedi, o sabah Kral’ın Prenses’le, yani kızıyla birlikte ırmağın kenarından geçeceğini biliyormuş.



O sabah, Kral’ın faytonu ırmağın yakınından geçerken Çizmeli Kedi telaşla yanlarına yaklaşmış. “Yardım edin! Yardım edin!” diye bağırmış. “Efendim Marki boğuluyor!” Kral hemen bir alay askerini ırmağa yollamış.



Fakat Çizmeli Kedi bununla da kalmamış. Kral’a, efendisi ırmakta yüzerken hırsızların onun elbiselerini çaldıklarını söylemiş. (Oysa Çizmeli Kedi, efendisinin elbiselerini çalıların arkasına kendisi gizlemiş!) Kral, hiç gecikmeden Marki’ye bir takım elbise yollamış. Tahmin edeceğiniz gibi Çizmeli Kedi’nin sahibi, kendisine Marki denmesine çok şaşırmış, ama akıllılık edip hiç sesini çıkarmamış.



Marki güzelce giyindirildikten sonra Kral onu gideceği yere götürmek için faytonuna davet etmiş ve kızıyla tanıştırmış. Prenses, iki dirhem bir çekirdek giyinmiş olan Marki’ye bir bakışta âşık olmuş.



O sırada Çizmeli Kedi koşa koşa oradan uzaklaşmış. Çok geçmeden büyük bir tarlada ot biçen insanlara rastlamış. “Beni dinleyin!” diye bağırmış. “Kral bu yöne doğru geliyor. Size bu tarlaların kime ait olduğunu sorarsa ona efendim Marki’ye ait olduğunu söyleyeceksiniz. Yoksa sizi dilim dilim doğrattırırım!”



Sonra Çizmeli Kedi bir süre daha koşmuş ve büyük bir tarlada buğday biçen adamlara rastlamış. Aynı şeyi onlara da söylemiş. Sonra tekrar koşmuş ve her rastgeldiği insana aynı şeyleri tekrarlamış. Derken Dev’in şatosuna varmış.



Kral’ın Faytonu Çizmeli Kedi’nin geçtiği yerlerden geçerken Kral her rastgeldiği insana, “Bu tarlalar kime ait?” diye soruyormuş. Her defasında da aynı cevabı alıyormuş. Kral, Marki’nin bu kadar çok toprağa sahip olmasına şaşırmış. (Çizmeli Kedi’nin sahibi de öyle!) O sırada Çizmeil Kedi Dev’in şatosunda başka bir işler çevirmekle meşgulmüş. “Dev,” demiş Çizmeli Kedi, Dev’in nefesinin kokusundan iğrendiğini gizlemeye çalışarak. “Senin aynı zamanda müthiş bir sihirbazlık gücünün olduğunu söylüyorlar, doğru mu?”



“Öyle diyorlarsa, öyledir,” demiş Dev alçakgönüllülükle.



“Örneğin, istersen hemen bir aslana dönüşebildiğini söylüyorlar,” demiş Çizmeli Kedi. Bunu söyler söylemez Dev hemen kendini bir aslana dönüştürüvermiş. Çizmeli Kedi kendini dolabın üzerine zor atmış. Dev tekrar eski haline dönünce dolaptan aşağı inmiş. “Mükemmel!” demiş Çizmeli Kedi. “Ama fare gibi küçük bir şeye dönüşmek senin gibi cüsseli biri için imkânsız olmalı!”



“İmkânsız mı?” diye gülmüş Dev. “Benim yapamadığım şey yoktur!” Dev bir anda fareye dönüşmüş, Çizmeli Kedi de onu hemen yutmuş.



Derken Kral, Dev’in şatosuna varmış. Şatonun artık kime ait olduğunu tahmin etmişsinizdir herhalde! Çizmeli Kedi Kral’ın faytonunu şatonun yolunda karşılamış. “Bu taraftan gelin,” demiş. “Sizi bir ziyafet bekliyor.” (Dev o gün birkaç arkadaşına bir ziyafet vermeyi planladığı için yemeklerle donatılmış büyük bir masa hazır bekliyormuş!”)



O günün sonunda Çizmeli Kedi’nin sahibi Marki Prenses’le nişanlanmış. Bir hafta sonra da evlenmişler. Çizmeli Kedi’ye ne mi olmuş? Dokuz canından dokuzunu da sefa içinde sürmüş ve bir daha da fare avlamasına gerek kalmamış , ara sıra avlamış, o da kedi olduğunu unutmamak için.

** BİR HİKAYE **

Gönderen mad00

Vakit gece yarısı... Ortada ses sada yok... Uzaktan bir iki köpek havlaması duyuluyor o kadar. Rıfkı amcanın yüreği kıpır kıpır... Akşam üzeri hac işlemini birlikte yaptırdığı müstakbel hacı arkadaşlarıyla vedalaşmış, evine gidiyor. Birkaç gün sonra Allah nasip ederse mukaddes topraklara doğru yola çıkacaklar... Bu duyguyu ailesi ve çocuklarıyla paylaşmak için aceleci... Tenha sokakta ilerlerken, loş ışığı henüz sönmemiş bir evin önüne geldiğinde pis bir koku burnunun direğini kırıyor. Öyle pis koku ki,midesi bulanıyor. "Üüffff!" diyor gayri ihtiyari, "Bu ne pis bir koku Allahım. Leş kokusu bu be..." Koku sebebiyle sağına soluna bakınırken loş ışıklı penceireden bir ses duyuyor ağlamaklı:


-Anne pişmedi mi daha? Durup içeriye kulak kabartıyor. Duyduğu ses yüreğini dağlıyor:

-Az daha sabret yavrum. Az kaldı. Bir başka çocuk sesi. Diğer kardeşi olmalı.

-Anne çok acıktım.

-Tamam oğlum pişiyor işte. Pis koku insanın midesini bulandırıyor. Öğürmemek için çaba gerek. Peki yavrularını teselli etmek isteyen annenin sesindeki mahzunluğa ne demeli... Rıfkı amca duramıyor: "Ben altmış yaşıma gelmiş bir ihtiyarım. Merak ettim yahu. Bir gidip soracağım." diyor kendi kendine. O zamanlar terör nerde, öyle anarşist nerde? Kimin aklına gelir art niyet... Üstelik biraz araştırsan herkes birbirini tanır. Hele Rıfkı amca ki, Erzurum'da bilmeyen çıkmaz. Biraz da bu cesaretle burnunun direği kırılsa da çalıyor kapıyı. Bir iki tıklatıyor tabii. Sonunda kapı çekingen bir şekilde gıcırtıyla açılıyor. Tamam işte, o leş kokusu içerden geliyor. Ama artık merak, kokuyu bastırmıştır. Kapı aralındı işte. Gencecik bir gelin. Otuz otuzbeş yaşlarında. Yüzüne yaşmak denilen cilbabını çekmiş kapı aralığından soruyor:

-Kim o?

-Benim kızım, ismim Rıfkı.

-Ne istersiniz?

-Yoldan geçiyordum. Sesler duydum. Halinizi merak ettim yavrum. Müsaade ederseniz bu meraktan kurtulmak istiyorum. O esnada zaten çocuklar da annelerinin eteğinden tutarak kapı aralığından bu meçhul adama bakıyorlar, niçin geldiğini anlamak istercesine... Rıfkı amca üstleri başlan loş ışıkta bile perperişan olan bu çocukların halini görünce koyveriyor kendini. Dünyası allak bullak oluyor. Ne haccın sevinci kalıyor yüreğinde, ne az önceki manevi heyecan. O yürek şimdi bir sorumlulukla sarsılıyor. Bir mü'min olarak, bu gece vakti iki küçük çocukla bu tenha sokakta loş ışığın altında hayat mücadelesi veren bu sahipsiz genç kadının halinden sorumlu hissediyor kendini.

-Kimin kimsen yok mu kızım?

-Yok amca. Kocam öleli iyice naçar kaldım.

-Evine misafir olabilir miyim?

-Buyur gel ama... Cümlenin sonundaki "ama"nın ne anlama geldiğini çok iyi biliyor Rıfkı amca. "Ne oturtacak misafir odam var, ne ikram edecek bir kahvem" denilmek isteniyor. Ne fark ederdi ki, Rıfrı amca ne misafir köşesine kurulmak ne de kahve içmek istiyor. Onun tek derdi bu kimsesiz ailenin halini öğrenmek. Öğreniyor tabi. Yüreği kıyım kıyım kıyılarak öğreniyor. Kapıdan içeri girer girmez dayanamayıp soruyor:

-Kızım bu pis koku ne Allasen. Susuyor genç kadın. Dudaklan titriyor. Gözlerinden aşağı inen yaşları fazla saklayamıyor. Başını kaldırıp şöyle bir bakıyor, gece yarısı belki de Allah tarafından gönderilen nur yüzlü ihtiyara.

-Söyle yavrum çekinme söyle.

-Ölmüş köpek eti amca... Ardından hıçkırıklarını koyveriyor anne. Başını Rıfkı amcanın omuzuna koyup babasına sarılır gibi çaresizliğini anlatıyor:

-Çocuklarım aç amca. Kimsem yok. Ne yapaydım? Kime gideydim... Rıfkı amca taş mı sanki? Kim dayanır o hale? Koskoca adam, çocukluğundan beri ilk kez hıçkırarak ağlıyor, hem de çocuklar gibi: >

-Allahım affet... Allahım affet!.. Çocuklar melül melül annesiyle birlikte ağlayan ak saçlı adamın yüzünden aşağı süzülen yaşlara bakadursunlar, Rıfkı amca ani bir kararla anneyi omuzundan tutuyor:

-Tamam kızım, artık ben yanındayım. Sen benim kızımsın, bunlar da torunlarım. Hemen indir o leşi ocaktan. Bekleyin ben yarım saate kalmaz gelirim. Kimsede konuşacak hal yok. Rıfkı amca kapıdan çıkar çıkmaz, ardından atlı kovalarcasına koşuyor. Hem koşuyor hem söyleniyor:

-Hacca gitmiyorum bu sene... Hacca gitmiyorum... Allahım affet... Hacca gitmiyorum... Kendi evine vardığında evdekilerin yüreği ağzına geliyor. Eyvah, babalarına ne oldu? Öyle ya Rıfkı amcanın göğsü körük gibi inip kalkıyor.

-Baba, bu ne hal.

-Hemen dediğimi yapın!

-Tamam da baba? Ardından talimatlar yağdırıyor herkese:

-Hanım, kullanmadığın ne kadar tabak çanak varsa hepsini çıkart. Yastık yorgan, halı kilim ne varsa çıkartın. Bu telaş üzerine Rıfkı amcanın diğer çocukları da başına üşüşüyor. Ama baba bu. Kimse bir isteğim ikileyemez. Öyle bir saygı var o zaman. Rıfkı amca, hem ağlıyor hem oğluna kızına torunlarına emirler yağdırıyor tatlı tatlı:

-Sen badana boya için kireç vs tedarik et; sen keser çekiç çivi falan ayarla. Sizler yastık yorgan çarşaf çıkartın. Sen un yağ şeker gibi erzak hazırla... Haydi hemen yola çıkacağız! "Eyvaah" diyor aile, "Rıfkı amca hac sevdasıyla aklını oynattı." Çünkü gece gündüz hac için hazırlık yapan bu adam birden ne oldu da bu hale geldi? "Tamam bu iş burda bitti" diyor aile. Ama bakalım ne olacak? Yarım saat sonra baba önde, yastık yorgan, mala çekiç, tencere tabak,ailesi ardında. Rıfkı amca yine aynı heyecanla kapıyı tıklatıyor. "Geldik yavrum, geldik!" diyor. Rıfkı amcanın ailesi gördüğü manzara karşısında şaşkın. Herkes nerdeyse küçük dilini yutacak. Ama az sonra işin sırrı anlaşılıyor. Bu kez görev taksimatı hemen aracıkta yapılıyor. Mağdur anne ve çocukları hemen Rıfkı amcanın evine misafir olarak götürülüyor. Çocukların yemekleri hazırlanacak. Güzelce yıkanıp temizlenecek ve karınları doyurulacak. Orda kalanlar da kadıncağızın evini oturacak hale getirecekler. Sabaha kadar evin altı üstüne getiriliyor. Biri kapıyı pencereyi tamir ediyor. Biri boyayı badanayı başlatıyor. Yastıklar yorganlar yerleştiriliyor. Kilimler seriliyor. Ev sabaha bayram evi gibi hazırlanıyor. Üstelik o gürültüyü ne bir komşu duyuyor, ne kimse rahatsız oluyor, hayret!.. Sabah ezanlanyla birlikte herşey tamam... Rıfkı amca ertesi gün huzura kavuşmuş, belli... Sakinleşmiş halde, çocukları tekrar evinde ziyaret ediyor. Erzak getirilmiş çuval çuval... Ayrıca hacca gitmek için ayırdığı parayı da genç anneye teslim ediyor.

-Amca Allah senden razı olsun. Allah gönlüne göre versin. Birkaç gün sonra... Hacı adayları yola revan oluyorlar... Rıfkı amca arkadaşlarını yolcu ederken bir garip halde. O mübarek topraklara gidemediği için yüreği buruk. Gerçi çaresiz bir annenin imdadına yetiştiği için de huzurlu. Bu garip duygularla yol arkadaşlarını uğurlayıp,mahzun bir şekilde arkalarından el sallarken, Rıfkı amcanın çocukları, babalarının bu haline doğrusu çok üzülüyorlar. İkibuçuk ay boyunca hacdan dönen arkadaşlarının yolunu gözlüyor Rıfkı amca. Hiç olmazsa onlardan dinleyecek o mübarek yerleri... Ama Rıfkı amcanın ailesi bir kere daha şaşıracak. Çünkü hacdan dönen arkadaşlarının soluk aldığı ilk yer Rıfkı amcanın evi. Herkes Rıfkı amcaya gelip, hürmetle elini öpmek için eğiliyor. Rıfkı amca bile şaşkın:

-Hayırdır, hacdan dönen sizsiniz. Ben size gelecekken?

-Sen oradaydın. Bizden sonra nasıl gittin? Bizden önce nasıl döndün Hacı Rıfkı?

-Yanılmış olmayasınız.

-Nasıl yanılırız Hacı Rıfkı, Bize bu yeşil akikleri hediye vermedin mi? Rıfkı amcanın buğulu gözleri uzak ufuklara dalıp giderken, hacı arkadaşları hala, ellerindeki yeşil akikleri Rıfkı amcaya gösterip onu inandırmaya çalışıyorlardı.

** GÜNÜN SÖZÜ **

Gönderen mad00

** GÜNÜN SÖZÜ **


Yağmuru sevdiğini söylüyorsun ama yağmur yağınca şemsiyeni açıyorsun,


Güneşi sevdiğini söylüyorsun ama güneş açınca gölgeye kaçıyorsun,

Rüzgarı sevdiğini söylüyorsun rüzgar çıkınca pencereni örtüyorsun.

İşte bundan korkuyorum çünkü beni de sevdiğini söylüyorsun.

William Shakespeare




** BİR KARİKATÜR **

MOĞOLİSTAN "TÜRK DAMADI TALEBİ"Nİ YALANLADI


22 Ocak 2010 Cuma 13:04

Moğolistan'ın Ankara Büyükelçiği, Moğollar'ın Türkiye'den 20 bin damat istediği yönündeki haberi yalanladı.

Büyükelçilik'ten yapılan yazılı açıklamada Referans gazetesinin 21 Ocak 2010 tarihli yazar Jale Özgentürk'ün "Cengiz Han'ın kızlarına 20 bin Türk damat" haberinin asılsız olduğu, bu konuyla ilgili resmi olarak herhangi bir görüşme yapılmadığı ve resmi olarak böyle bir heyetin gelmesinin söz konusu olmadığı bildirildi.



Jale Özgentürk'ten açıklama



Habere gelen tepkiler üzerine Referans gazetesi yazarı Jale Özgentürk, konuyla ilgili bir yazı yazdı.



Özgentürk, ilk kez bir yazısı için bu kadar çok e-posta ve tepki aldığını belirterek Moğollar'a düşman olmadığını yazdı. Magazin peşinde olmadığını ifade eden Özgentürk, bu bilgiyi yetkili birinden aldığını açıkladı.



Sağlam bir kaynağa dayanmadan böyle bir yazı yazmayacağının altını çizen Özgentürk, "Bu nedenle Moğolları kırdıysam özür dilerim ama burada tek hatam olabilir. O da var olan bir çalışmayı gündeme getirmek" diye yazdı.



Jale Özgentürk'ün yazısının tamamı şöyle:



"Bunca yıldır ekonomi alanında gazetecilik yapıyorum. Yıllardır haber de yazdım, köşe de. İlk kez bir yazım için bu kadar çok e-posta ve tepki aldım. Bir gazeteci için, yazdığı yazıya tepki gelmesi sevindirici ama bu kez iyi mi, kötü mü derseniz? Aslında acıklı bir durum, derim.



Öncelikle şunu söylemeliyim. Ne Moğollara düşmanım, ne magazin peşindeyim... Moğollara karşı bir yazı yazayım gibi bir tavrım olmadı. Hakaret etmek ise aklımdan bile geçmez.



Bu bilgileri yetkili birinden aldım. Sağlam bir kaynağa dayanmadan böyle bir yazı yazacak kadar da sağduyumu kaybetmedim. Bu nedenle Moğolları kırdıysam özür dilerim ama burada tek hatam olabilir. O da var olan bir çalışmayı gündeme getirmek. Sonuç itibariyle ben bir haber yaptım. Üstelik bu haberi yalnız da yapmadım. Sabah gazetesinden arkadaşım Meliha Okur'la birlikte öğrendik bu çalışmayı. O da konuya ilişkin bir yazı yazdı...



Moğolistan ve Moğolların yaşadığını biz uzaktan bilemeyiz, bildiğine inandığımız biri anlattı. Aslında haberin başka bir boyutu var ki düşünmesi gereken Türk tarafı. İşsizlikten bunalan Türklerin durumu. Doğudan, batıdan, kimi üniversite, kimi meslek okulu mezunu yüzlerce genç, Moğolistan'a nasıl gideceklerini soruyorlar. İşsizliğin, çaresizliğin boyutlarını bir kez daha görüyorsunuz.

Görüyor ve üzülüyorsunuz!"