23 Ocak 2010 Cumartesi

ressamın resmi

Gönderen mad00

ressamın resmi


ressam dünyanın en güzel şeyinin resmini yapmaya karar verirne olduğunu öğrenmek icin uzun bir yolculuğa çıkaryolda beli bükülmüş yaşlı bir adam görürdünyanın en güzel şeyi nedir derİhtiyar hiç tereddüt etmeden-İMAN derdüğün kalabalığına rastlargeline Dünyanın en güzel şeyi nedir derGelin damadın gözlerinin içine bakarak-AŞK der Ressam cepheden dönen yorgun askere denk gelirona da sorarAsker Dünyada en güzel şey -BARIŞ derRessam dünyanın en güzel şeyleri ögrenmiştirİMAN AŞK BARIŞ bunların resmini nasıl yapacağınıdüşünerek evine dönerEvinin kapısından girdiğinde dünyanın en güzel şeyinin karşısında durduğunu düşünürÇocuklarının masum bakışlarında İMANkarısının gözlerinde AŞK evinde ise BARIŞ vardırBunlardan aldığı ilhamla dünyanın en güzel şeyinin Resmini yapar tabloya şu adı verirEVİM

ANKA KUŞU

Gönderen mad00

ANKA KUŞU


rivayet olunur ki, kuşların hükümdarı olan simurg anka, bilgi ağacı'nın dallarında yaşar ve her şeyi bilirmiş... kuşlar simurg'a inanır ve onun kendilerini kurtaracağını düşünürmüş. kuşlar dünyasında her şey ters gittikçe onlar da simurg'u bekler dururlarmış. ne var ki, simurg ortada görünmedikçe kuşkulanır olmuşlar ve sonunda umudu kesmişler. derken bir gün uzak bir ülkede bir kuş sürüsü simurg'un kanadından bir tüy bulmuş. simurg'un var olduğunu anlayan dünyadaki tüm kuşlar toplanmışlar ve hep birlikte simurg'un huzuruna gidip yardım istemeye karar vermişler. ancak simurg'un yuvası, etekleri bulutların üzerinde olan kaf dağı'nın tepesindeymiş. oraya varmak için yedi dipsiz vadiyi aşmak gerekirmiş. kuşlar, hep birlikte göğe doğru uçmaya başlamışlar. yorulanlar ve düşenler olmuş. önce bülbül geri dönmüş, güle olan aşkını hatırlayıp; papağan o güzelim tüylerini bahane etmiş(oysa tüyleri yüzünden kafese kapatılırmış) : kartal; yükseklerdeki krallığını bırakamamış; baykuş yıkıntılarını özlemiş, balıkçıl kuşu bataklığını. yedi vadi üzerinden uçtukça sayıları gittikçe azalmış. ve nihayet beş vadiden geçtikten sonra gelen altıncı vadi 'şaşkınlık' ve sonuncusu yedinci vadi 'yokoluş'ta bütün kuşlar umutlarını yitirmiş... kaf dağı'na vardıklarında geriye otuz kuş kalmış. simurg'un yuvasını bulunca ögrenmişler ki; farsça 'si', 'otuz' demektir. ...murg' ise 'kuş'... '30 kuş', anlar ki, aradıkları sultan, kendileridir.onların hepsi simurg'muş. her biri de simurg'muş. simurg anka'yı beklemekten vazgeçerek, şaşkınlık ve yokoluşu da yaşadıktan sonra bile uçmayı sürdürerek, kendi küllerimiz üzerinden yeniden doğabilmek için kendimizi yakmadıkça, her birimiz birer simurg olmayı göze almadıkça bataklığımızda, tüneklerimizde ve kafeslerimizde yaşamaktan kurtulamayacağız. şimdi kendi gökyüzünde uçmak zamanıdır... ve gerçek yolculuk, kendine yapılan yolculuktur

GÖRMESİNİ BİLEN GÖZLER

Gönderen mad00

GÖRMESİNİ BİLEN GÖZLER


Küçük kız, kendini bildiği günden beri annesinden büyük bir şefkat görmüş ve ondan duyduğu sözlerle, pamuk prensesten daha güzel olduğuna inanmıştı. Ona göre; nur yüzlü ve badem gözlüydü. Bir tanecik yavrusuydu her zaman. Ama ilk okula başlayınca işler değişti. Arkadaşları onun hiç de güzel olmadığını, hatta çirkin bile sayıldığını söylemekteydi. Küçük kız, ilk önceleri onlara inanmadı çünkü herkes birbirini kıskanıyordu. Ama bir kaç yılda gerçeklerle yüzleşti. Annesinin bir pamuğa benzettiği yüzü, çiçek bozuğu bir cilde sahipti. 'Badem' dediği gözleri ise şaşıydı. Vücudu da bir serviyi andırmıyordu. Demek ki, annesi onu aldatmış ve yıllar yılı çekinmeden yalan söylemişti. Genç kızın anne sevgisi, kısa bir süre sonra nefrete dönüştü. Evlenme çağına gelmiş olmasına rağmen yüzüne bakan yoktu. Üstelik de gözleri, bütün tedavilere rağmen düzelmiyordu. Genç kız, doktorların gizlice yaptığı konuşmalardan kör olacağını anladığında çılgına döndü ve kendisini hâlâ çocukluk yıllarındaki ifadelerle seven annesinin bu yalanlarına dayanamayıp evi terk etmeye karar verdi. Fakat annesi, uzak bir yerde iş bulduğunu söyleyerek ondan önce davrandı ve kazandığı paraları bir akrabasına gönderip, kızına bakmasını rica etti. Genç kız bir süre sonra görmez oldu. Karanlık dünyasıyla baş başaydı. Bu arada annesini hiç merak etmiyordu. Yalancıydı annesi, ölse bile bir kayıp sayılmazdı. Bir gün doktorlar, uygun bir çift göz bulduklarını söyleyerek kızı ameliyat ettiler. Ancak o, gözünü açtığında yine aynı yüzü görmekten korkuyordu. Fakat kör olmak zordu. En azından kimseye yük olmazdı. Genç kız, ameliyat sonunda aynaya baktığında, müthiş bir çığlık attı. Karşısında bir dünya güzeli vardı. Gerçekten de harika bir kızdı gördüğü. Yüzündeki bozukluklar tamamen kaybolmuştu. Çok kemerli olan burnu düzelmis, kepçe kulakları normale dönmüş ve yaban otlarını andıran saçları, dalga dalga olmuştu. Genç kız, yanındaki yaşlı doktora sevinçle sarılarak: 'Sanki yeniden dünyaya geldim! ' dedi. 'Yüzümde hiçbir çirkinlik kalmamış, estetik ameliyatı siz mi yaptınız? ' Yaşlı doktor: 'Böyle bir ameliyat yapmadık kızım! .' diye gülümsedi. Annenin bağışladığı gözleri taktık. Sen, onun gözünden gördün kendini

GAZİ

Gönderen mad00

GAZİ


Askerliğini bitirmiş olan genç askerliğini yaptığı şehirden ailesini aradı: -Anne baba, eve dönüyorum, ama sizden bir şey rica ediyorum. Yanımda bir arkadaşımı da getirmek istiyorum. -Memnuniyetle, onunla tanışmak isteriz, diye cevapladılar.Oğulları, -Bilmeniz gereken bir şey var diye devam etti. -Arkadaşım savaşta ağır yaralandı.Bir mayına bastı ve bir koluyla ayağını kaybetti.Gidecek hiçbir yeri yok, ve onun gelip bizimle kalmasını istiyorum. -Bunu duyduğuma üzüldüm oğlum. Belki onun başka bir yer bulmasına yardımcı olabiliriz. -Hayır. Anne,baba,onun bizimle yaşamasını istiyorum. -Oğlum,dedi babası,bizden ne istediğini bilmiyorsun.Onun gibi özürlü biri bize korkunç bir yük olur.Bizim kendi hayatımız var,bunun gibi bir şeyin hayatımıza engel olmasına izin veremeyiz.Bence bu arkadaşını unutup eve dönmelisin.O kendi başının çaresine bakacaktır.Oğlu o anda telefonu kapattı.Ailesi ondan bir süre haber alamadı.Ama birkaç gün sonra,polisten bir telefon geldi.Oğullarının yüksek bir binadan düşüp öldüğünü öğrendiler.Polis bunun intihar olduğuna inanıyordu. Üzüntü dolu anne-baba oğullarının cesedini tespit etmek için şehir morguna götürüldüler.Onu tanıdılar ve bilmedikleri bir şey daha öğrenince dehşete düştüler: Oğullarının sadece bir kolu ve bir bacağı vardı

EVLİYA

Gönderen mad00

EVLİYA


Yaşlı adam hastalığına çare bulunamayınca kendisine Allah dostlarından olan kensine evliya denilen bir zatın adresini vermişler.Söylenenlere göre bazen çaresiz kalınan hastalıklarda o zatın duasıyla şifa bulabilenler olmuş.Yaşlı adam çaresizlik içinde verilen adresi cebine koyup doktorun yanından ayrıldığında sokağın köşesinde simit satan6-7 yaşlarında bir çocuğa rastladı.Çocuk son derece masum gözlerle onu tanıyormuş gibi gülümsüyordu.Adam oyaştaki bir çocuğun tamamen günahsız olduğunu düşünerek yoluna devam ederken aniden durdu çocuğun üzerindeki tişörtün önünde büyük bir E harfi vardı.Bu ona evliyayı anımsattı yanına gidip bir simit aldıktan

-doktorlar çok hasta olduğumu söylediler iyileşmem için bana dua edermisin?

Çocuk bu teklif karşısında şaşırmış ama ama olur der gibi kafasını sallarken

-Bende sık sık hastalanıyorum.Ama dedem yaradana inançla bağlı olup iyileşemeyen hastaların yıldızlara uçtuğunu ve orada cenneti seyrettiklerini söylüyor.Bu yüzden korkmuyorum hastalıklardan.

Adam içinin bi anda ferahladığını hissettti onun soğuktan kıpkırmızı olmuş yanaklarına bir öpücük kondururken

-Deden doğru söylemiş,ama ben yinede senden yardım istiyorum.

Çocuk duasının kıymetini anlamış gibi karşı kaldırımdaki baloncuyu göstererek:

-Size dua edeceğim ama iyileşirseniz bana 10 tane balon alacaksınz.Tamam mı?

Bu sefer adam başını salladı ve elini uzatarak çocukla tokalaştı.Buna göre iyileştiği zaman 6 ay sonraki ramazan bayramında çocukla buluşacak olası bir ihtimalle gelemeycekse önceden hazırlanan balonların ona ulaşmasını sağlayacaktı.Yaşlı adam çocuğun adını ve adresini yazdıktan sonra başını okşayıp vedalaştı.

Aradan soğuk bir kış geçip ramazana ulaşıldığında adamın hastalığından eser kalmamıştı.Yniden hayata dönmenin mutluluğu ile en güzel balonlarda bir paket hazırladı ve bayramın ilk gününü iple çekerek randevu yerine geldi.Herkesin cıvıl cıvıl kaynaştığı bayram yerindeki diğer simitçiler çocuğu tanımıyordu biraz ilerideki bakkala sorduğunda dükkan sahibi

-Ciğerleri hastaydı onun geçen ay aniden fenalaştı ve öldü.

Adam bir anda beyninden vurulmuşa döndü,koşar adımlarla orayı terk ederken önüne çıkan ilk baloncuya bi tomar para uzatıp:

-Şu uçan balonlardan 10 tane istiyorum çabuk olun lütfen daha fazla gecikmeden ulaşmalı yerine .

Adam satıcının aceleyle uzattığı balonları birbirine bağladıktan sonra gökyüzüne bıraktı.Bayram yerindeki şaşkındı satıcı dayanamayıp sordu:

-Neden bıraktınız o balonları?

-Onları bekelyen küçücük bi dostum var.Hemde evliya gibi bir dost....

dağların gülen yüzü güneş kime doğdu


'9 yasindaki bir Japon çocugun en büyük hayali, günün birinde çok iyi bir judocu olmaktir. Fakat talihsiz bir trafik kazasi sonucu sol kolunu tamamiyle kaybeder. Hem çocuk, hem de ailesi yikilir. Ailesi sirf çocuk oyalansin diye, Japonlarin en ünlü hocalarindan birini tutar. Hoca kollari sivar, çocuga tek kolla yapabilecegi yegane firlatma hareketini ögretir. Gece gündüz çocukla beraber bu hareketi çalisirlar. Bir müddet sonra çocuk, hareketi gayet iyi ve hizli bir sekilde yapmaya baslar, fakat hocasi çocuga her gün saatler boyu ayni hareketi adeta ezberletir. Çocuk bu hareketten sikilir ve yeni hareketler ögrenmek istedikçe hocasi bu hareketi dünyada en hizli yapan kisi olana dek çalismasini ve baska hareket ögretmeyecegini söyler. Bir müddet sonra çocuk bu hareketi yildirim hiziyla yapmaya alisir. Bunun üzerine hoca çocuga artik bir turnuvaya katilma zamaninin geldigini söyler. Olacak sey degildir. Tek kollu bir judocu, tek hareketle turnuvaya katilacak. Çocuk itiraz ettikçe hocasi 'Evlat, sen ögrendigin hareketi yap, gerisini merak etme diye ögütte bulunur. 1.tur, 2.tur derken çocuk turlari gayet rahat geçer. En nihayet finale gelir. Tek hareket bilgisi ile finale kadar gelen çocugun finaldeki rakibi bölgenin en iyi judocusudur. Çocuk dev cüsseli rakibini görünce korkar. Hocasi yine sakindir, 'evlat sen bu harekette dünyada teksin, kendi oyununu yap yeter' der. Çocuk rakibine kendi hareketini simsek hizi ile uygular, rakip kalktikça ayni hareketi yineler. Inanilir gibi degildir, çocuk tek kolla, tek hareket sayesinde sampiyon olmustur. Çocuk dayanamaz ve hocasina sorar 'hocam inanamiyorum ben nasil sampiyon oldum? ' der. Hocasi yine sakin ifade ile söyle cevaplar: 'Bu zaferin iki sirri var oglum. Birincisi judonun en güç hareketlerinden birini çok iyi yapabilmendir. Ikincisi, bu harekete karsi tek bir savunma vardir. O da hareketi yapanin sol kolunu tutmak! ...'

BAKMAKLA GÖRMEK

Gönderen mad00

BAKMAKLA GÖRMEK


BAKMAKLA GÖRMEK Kendini çok kötü hissediyordu. Bugün morali altüst olmuştu. En yakın bildiği arkadaşıyla diğerlerinin konuşmalarını duymuştu. Onu çekiştiriyor, alaycı kahkahalar onlara eşlik ediyordu. Çok çirkin olduğunu, sadece eğlenmek için, kendilerine malzeme çıksın dost numarası yaptığını söylerken; o gördüklerine ve duyduklarına inanamadı. Gerçekten çok mu çirkindi? Gözlerinden birkaç damla yaş süzülürken oradan ayrıldı.Eline aynayı aldı ve baktı. Kendisiyle baş başaydı işte. “Diğerlerinden ne eksiğim var?” diye düşündü. “Boyalı saçlara mı, rengarenk tırnaklara mı yoksa yapay kahkahalara mı?” dedi. O, böyle şeylere aldırmazdı. Diğerlerinin ne düşündüğünü iyi bilirdi. Ama en yakın arkadaşı… Onu en çok yaralayan da bu olmuştu.Annesi hep “Sen diğerlerinden çok farklısın. Bunun kıymetini bil.” Derdi. Bu sözü defalarca aklından geçirdi. Ama annesinin ne demek istediğini çözemedi bir türlü. Aynasına bakarken “Benim tek farkım alınmamış kaşlar, diş telleri, sivilceli bir surat mı? Yoksa onların modasına uymayan kıyafetim mi?” diye geçirdi aklından. Belki de öyleydi.Odasında daha da daralıyordu. Elindekini yatağa fırlatıp, çıktı odadan. Evde boğuluyordu sanki… Duramadı, ceketini alıp çıktı. En çok sevdiği, gitmeyi ihmal etmediği yere şehir parkına gitti. Orada huzur buluyordu. Bir banka oturdu ve gözlerini yumdu. Kuş seslerini, yaprak hışırtılarını dinlemeye koyuldu. Biraz rahatlamıştı.Mevsim, sonbaharın başlarıydı. Bu mevsim, onun en sevdiği mevsimdi. Kuşlar, göç etmeden önce parkla vedalaşırlar; gökyüzünü adeta “Hoşçakal” demek için kullanırlardı. Parkın ağaçları da el sallardı kuşlara.Gözlerini açtığında karşısındaki bankta bir ressamın oturduğunu gördü. Ne zaman buraya gelse; o banka oturur, bir şeyler çizerdi. Sanki o, tuvalle bir bütün olurdu. Onunla tanışıp sohbet etmek, resimlerine bakmayı çok istemişti. Ama cesaret edememişti. Bir süre onu seyretti. Ne çizdiğini çok merak ediyordu. Sonunda cesaretini toplayıp yanına gitti. “Merhaba” dediğinde ressam, resmini alıp bankın arkasına sakladı. Ressamın resmini görmeye çalıştı ama başaramadı. Ressam da ona “Merhaba” deyince yanına oturdu. Biraz sohbet ettiler. Ailesinden, yaşamından bahsetti ressama. Ressam onu dinliyor, tepki vermiyordu. Ressamın tepkisizliği değil, başka bir şey onun dikkatini çekmişti. Ressamın gözleri… Görmüyordu! Onun görmediğini fark etmemişti. İçi acıdı birden.Ressam, “Resmimi merak etiğimi biliyorum” derken kendini toparladı ve başını salladı. Ama sonra “Evet” dedi. Ressam, tuvali sakladığı yerden aldı; onun kucağına bıraktı. Karşısında çok güzel bir kız gördü. Tıpkı onun gibi bankta oturmuştu. Fakat elinde bembeyaz bir güvercin tutuyordu. O, ressamın gözlerinin ona bir engel olmadığını anladı. Ona hayran kalmıştı.Ressam; “O, sensin” demesiyle birden şaşırdı. Ama ona hiç benzemiyordu. Ressam ; “Her gün buraya geldiğini biliyorum. Şaşırma sakın, gözlerim görmez ama kalbim görür ve senin ne kadar güzel olduğunu gördüm.” Çok şaşırmıştı. “Güzel mi?” dedi. “Evet” dedi ressam, “Bakmakla görmek arasında çok büyük bir fark vardır. Senin çok güzel bir ruhun var” dedi. Ressamın sözleriyle yüzüne gülümseme hakim olmuştu. Şimdi annesinin ne demek istediğini çok iyi anlıyordu.

YAZGÜLÜ TUNAR

AŞK YA DA VATAN

Gönderen mad00

AŞK YA DA VATAN


“Bir yüce sevdadır içimde, adı Türkiye’m,

Kalbime nakşolmuş asla vazgeçemem,

Kahrolup, dönmemi bekleme annem,

Kutsalıma el uzatanı yok etmeden gelemem.”



Anadolu’nun unutulmuş bir köşesinde; dar bir vadi içinde akan dere boyunca uzanan ince, bozuk patika yolda bir adam yürüyordu koltuk değnekleriyle. Yolun sonunda bir köy göründü. Köy, taştan yapılmış toprak damlı birkaç evden ibaretti. Evler yol boyunca uzanıyordu. Köyün dar, çamurlu yolunda oynayan çocuklar oyunu bıraktılar. Yolun başında beliren koltuk değnekleri yokmuşçasına dimdik yürüyen, sarışın, mavi gözlü, 1.95 boyunda dev gibi adama meraklı bakışlarla bakıyorlardı.

Havlayan köpekler susmuştu. Çalı-çırpıdan yapılmış çitlerin çevrelediği bahçelerin kapısında bir nöbetçi edası ile durup, adam gibi adamı gözleri ile takip etmeye başladılar. Kahvenin önünde tütün saran ihtiyarlar ayağa kalkıp, sağ ayağı diz kapağından kopuk mağrur yabancıyı başları ile selamladılar. Dev adam yürümeye devam ederken, ihtiyarlara aynı şekilde başı ile karşılık verdi.

Yabancı aynı vakar içinde köyün çıkışında bulunan mezarlığa doğru yürüyüşüne devam etti. Mezarlık kayalık tepenin hemen altında, ince bir pınarın aktığı, içinde söğüt ağaçları ve meşe ağaçlarının bulunduğu bir yer idi.

Dev adam başucunda bir Türk bayrağının dalgalandığı, taze olduğu toprağından anlaşılan mezara bakışlarını çevirdi. Mavi gözleri bulutlandı, aydınlık yüzü acıyla buruldu, yanaklarından iki damla gözyaşı süzüldü. Ağlıyordu dev adam, yüreği kanıyordu. Mezarın yanı başında yeni bir mezar daha vardı. Mezarın üstünde de gelinlik. Yaralı yüreği daha da kanadı. Ellerini açtı Fatiha okudu mezarda yatanlara.

“Tanır mıydın şehit oğlumu?” diye soran sese doğru döndü. Bir anaydı gelen, siyah bir başörtü vardı başında, kınalı elleri ile şehit mezarının üzerine eğildi. Toprağını okşamaya başladı, oğlunu bağrına basmışçasına.

Acıyla yutkundu mavi gözlü, sarışın dev. Boğazı kurumuş, dili tutulmuştu. Tanımak mı? Az şeyler mi yaşamışlardı birlikte? Az şey mi paylaşmışlardı? Sonra o gün, cehennemi bir kahpe ateşinin, bir kahpe tuzağının içine düştükleri o gün. Nasıl da ileri atılmıştı Baran Uzman, yoğun ateş altında kalan ve yaralanan Edirneli Hüsmen Onbaşıyı almak için. Kendisi destek atışı yaparken, parlayan bir ışık görmüş, bir kayanın ardında mevzilenen tim elamanlarını roketlemek isteyen haini tek atışta vurmuştu. Ancak; hain son anda tetiğe dokuna bilmişti. Hedefi bulmayan Roket 10-15 mt. yukarıda bir kayanın üstünde patlamıştı.

Toz duman içinde Baran Uzmanın yere düştüğünü fark etmişti. Başından yara almıştı, yüzü kan içindeydi. Göz göze geldiler. “Kurtar beni Komutanım, Zeynep’im beni bekler” der gibiydi Baran Uzman. O an hiçbir şey düşünmeden kendini ileri attı. Ancak; bir patlamayla yere düştü, mayına basmıştı. Yanına varamadı Baran Uzmanın. “Ah, kopmasaydı o bacak, kopmuştu işte.” Kurtaramamıştı silah arkadaşını, can yoldaşını.

Bir Helikopter sesi duydu. Sonrası bir boşluk. Kendine geldiğinde hastanede idi. Silah arkadaşlarının Şehit düştüğünü öğrenince kopan bacağının acısını unuttu. Doktorlarının takacakları protez bacağı beklemeden insan üstü bir gayretle ayağa kalktı. Yollara düştü, o Yiğitlerle son bir defa vedalaşmak, her çatışmadan önce yaptıkları gibi yeniden helalleşmek için.

Yutkundu; söyleyemedi, anlatamadı oğlunun kahramanlığını annesine. Zaten annenin bunları dinleyecek hali yoktu. İki mezar arasına oturmuş, mezarların toprağını usul usul okşuyordu. Bir taraftan da anlatıyordu.

“Ben her gün bu vakitler gelirim, koklaşıp konuşurum Baran’ımla, yarenlik ederim Zeynep’imle.” Yüreği daha bir titredi sarışın devin. Demek yanı başındaki mezar Baran Uzmanın nişanlısı Zeynep’e aitti. Bir türlü kavuşamadığı Zeynep’e şimdi kavuşmuştu.

Döndü suskun suskun, anneyi çocuklarıyla baş başa bırakmak için çıkışa doğru yürüdü. “Hakkını helal et Baran Uzmanım, sana yardım edemedim. Zeynep’ine kavuşmanı sağlayamadım. Beni affet, varsa bir hakkım, benden yana helal olsun” diye mırıldandı.

“Güle güle Komutan, Baran’ım da sana hakkını helal ediyor” diyen annenin sesiyle irkildi, geri döndü. İnce bir yağmur çiselemeye başlamıştı. Anne ayaktaydı, bir yanında sanki beyaz bulutlar içinde kamuflajlı elbisesi üstünde, başın da bordo beresi, nur kaplamış yüzüyle Baran Uzmanı, diğer yanında bembeyaz gelinliğiyle Zeynep’i görür gibi oldu. Üçü birden el sallıyordu gülümseyerek kendisine.

Mezarlığa kadar peşi sıra gelen çocuklar “Güle güle komutan, güle güle” diye bağrışıyordu. Köyün çıkışında nöbet tutan iki korucu esas duruşa geçmişti. İhtiyarlar hiç konuşmayan ihtiyarlar “Güle güle komutan, bu vatan size minnettar” diyerek uğurladılar sarışın, mavi gözlü, dev yürekli komutanı. Komutan daha da dikleşti. Daha da bir sıklaştırdı tammışçasına, hiç bir eksik yokmuşçasına adımlarını.

Öyle ya, daha çok yolu vardı gidilecek. Birçok silah arkadaşı vardı. Hiç ölmeyen, hep yaşayan o Kahraman Şehitler yolunu gözlemekteydi. Anadolu’nun birçok yerinde bu Vatanı kendi aşklarına tercih eden kim bilir kaç Baran’lar, kaç Zeynep’ler komutanlarını beklemekteydi?

YAŞLI ADAM öyküsü

Gönderen mad00

YAŞLI ADAM


yaşlı ve bitkin olmasına ragmen iiyi konuşuyordu ihtiyar kelimeleri nasılkullanacagını biliyordu.ne kadar mütevazzi olmaya çalışsada ukalalıkta üstüne yoktu.her kelimesini özen ve itinayla söyler ve söyleyecaqi kelimeyi sanki önceden hazırlamış qibicesine okurdu.onu dinlerken insan sıkılmak kelimesinin ne oldugunu unutur .sanki bir film izler qibi dikkatle dinlenirdi.her konuşmasında bir kitap bitirirmiş qibi bir hali olurdu.ama yanlızbir bölüm anlatırdı bizlere.....yanlız kimseyle sohpet bitikten sonra konuşmaz hemen köşesine qeçerdi.Sanki ücretle çalışırmış qibi hep aynı saatte başlar ve aynı saatte bitirirdi.ne bir kelime fazla ne bir kelime eksik söylerdi.ve okuduqu kitapların isimlerini asla kimseye söylemezdi kitapların içinden bizim bulmamızı isterdi ve yaptıqı qibbi kitaplarını kimseye vermezdi ZARAR VERİCEKLER DİYE

Güzel Dede öyküsü

Gönderen mad00

Güzel Dede


Sırtını her an yıkılacak gibi duran, dışardan barakaya benzeyen babadan kalma evin duvarına dayamış, kim bilir neler düşünüyor Güzel Dede? Kasketi alnındaki o acı dolu yılların yorgun izlerini ve gözlerindeki az da olsa o ışıltıyı gizliyordu. Oturduğu yerde eline bir çubuk almış, gözlerini bıraktığı yere bir şeyler çiziyor; bozuyor, tekrar çiziyordu.

Okur-yazar değildi. Çocukluğunda okul yokmuş; askerde öğrenmek istemiş ama harp meydanında ancak kendi adını, bir de sevdiği kızın adını öğrenebilmiş İstanbullu Ahmet Çavuş’tan. Kendi köyünde sadece muhtar bilirmiş okuma yazmayı. Muhtar da zamanında ilçe jandarma karakolunda tüm köy muhtarları için zorunlu okuma yazma kursları verilirmiş de, ordan öğrenmiş. Bu yüzden otuz yıldır köyün muhtarlığını hep aynı kişi yaparmış.

Güzel Dede, çok eskilere gidip askerde adını yazmayı öğrendiği, bir zamanlar yanıp tutuştuğu, kahve gözlerine vurulduğu, bir türlü kavuşamadığı, yıllardır içinde bir yerlerde büyüterek sakladığı komşu kızı Fatma’yı mı düşünüyor acaba? Yoksa, harp meydanında çatışma sırasında iki kelime de olsa okuma yazmayı kendisinden öğrendiği Ahmet Çavuş’un, “Oy anam!” deyip gözleri yaşlı, kanlar içinde yere yığılışını ve onunla birlikte, dört yılını beraber harp meydanlarında geçirdiği onca arkadaşının şehit düştüğü anları mı? Hele içlerinde biri vardı ki; evin tek oğluydu ve teskereyi almaya üç günü kalmıştı ki şehit olmuştu.

Güzel Dede günlerinin çoğunu böyle düşünmekle geçirir, akşam olup güneş oradan uzaklaşınca içeri geçer; üşümüş çırasını yakar, bazen çırayı yakmaz, karanlıkta oturur; oturduğu yerde de uyuyakalırdı. Ne üstünü örtecek biri, ne de sıcak bir tas çorba pişirecek birisi vardı. Yalnız ve yorgundu artık. Bir zamanlar umut dolu bakan gözleri, şimdi umudu dalda kuru bir yaprak misaliydi. İki yıl önce kaybetmişti; kırk yılını verdiği, acısında, sevincinde hep yanında olan, evin hanımı Zühre Nine’yi.

Zühre Nine geçirdiği bir hastalık sonucu rahmi alınmış, daha genç kızken anne olma umudunu yitirmiş bahtsız bir kadındı. “Allah her ikisini de aynı anda birisine vermez” sözü sanki Zühre Nine için söylenmişti. Kendisi köyün ileri gelenlerinden Derviş Efendi’nin kızıydı. Sekiz kardeşten en küçüğüydü. Biraz delal büyütülmüştü ama yine de, diğerleri evli olduğu için evin tüm işleri onun sırtındaydı. Güzel Dede belki de onun bu çalışkanlığına hayran kalmıştı. Zühre Nine asildi, bir o kadar da güzeldi. Bulam elinin soğuk Zerban sularından içmiş, güneşin ilk ışıklarını yüzünde hissetmiş, her genç yürekte taht kurmuş, kimine göre erişilmez, kimine göre eşi benzeri olmayan, kimine göre de uğruna ölünecek kimseydi.

Güzel Dede sevdi mi adam gibi seven, sevdiği uğruna canını verebilecek biriydi. Fatma’sı öldükten yıllar sonra, ancak sevebilmişti bir başkasını. İşte bu da Zühre’ydi. Tanrı Güzel Dede’nin yüzüne gülmüş olsa gerek, ikinci istetmesinde Derviş Efendi yola gelir, Zühre kızını Ali oğlu Güzel’e verir. İşte böyle başlar Zühre ile Güzel’in hikâyesi.

Güzel, Zühre’nin anne olamayacağını bile bile istemişti onu. Fatması kadar Zühre’yi de çok sevmişti. Fatma’nın o kahve gözlerini Zühre’de buluyordu belki de. Olsun, anne baba olamayacaklardı belki de, ama komşu vilayetler bile onların aşkını konuşacaklardı yıllar sonra.

Güzel, Zühre ile evlenmeden çok önce askerdeyken Fatma’sı için yanıyor, günden güne adeta eriyordu. Dört yılını hasretle çeken Güzel, harp meydanından ayrılıp köy meydanına geldiğinde duyduğu ilk ses Fatma’nın düğününde çalan davul sesiydi. Tabi, Güzel bunu bilmiyordu. Sandı ki ahali duymuş da, kendisini davul eşliğinde karşılamaya geliyor. Yanılmıştı oysa. Yıllardır hasretini çektiği, kendisine “Sayılı günler tez geçer, üzülme!” diyen Fatma’nın düğünü vardı o gün köy meydanında. Dört yıl, tam dört yıl. İki yıl sonra dönecek olan Güzel, tam dört yıl sonra dönmüştü köyüne. Harp uzayınca bizim Güzel’in askerliği de haliyle uzamıştı. Bu durumu askeri yetkililer telgrafla köy muhtarlığına bildirmişlerse de bir şekilde kendilerine ulaşamamıştı. Güzel, köyünün tek askerdeki genciydi. Vaktinde askerden dönmeyince herkes onun öldüğünü düşünmüştü. Herkes öldüğünü düşünürken, Fatma kız, en fazla bir yıl daha umudunu yitirmemişti. Üçüncü yılın sonunda, o da diğerleri gibi çaresiz kabullenmişti artık onun ölümünü. Daha sonra da, “Köy yerinde bir genç kız yirmisini geçmez” diyerek, karşı köye gelin verdiler. İsteksizdi Fatma, ancak çaresizdi. Yok diyemezdi. Çünkü o da biliyordu ki hiçbir genç kız yirmisine kadar baba evinde bekletilmezdi. Yirmisine daha yeni girmişti Fatma.

Güzel, köy meydanında kalabalığın olduğu yöne doğru heyecanla ilerledi. Bir düğün olduğunu halay çekenlerden anlayan Güzel, merakla gelinin olduğu yöne baktı. Nedendir bilinmez, içine doğmuş olsa gerek, gelinliğin içinden o mesafeden Fatma’sını görür. Emin olmak için gelinin etrafına baktığında ailesinden anlar ki bu düğün Fatma’nın düğünüdür.

Güzel, köy meydanında; “Harp meydanından dönmez olaydım/ Bu sesi duymaz olaydım/ Fatma’mı gelin ediyorlar/ Bu anı görmez olaydım” diyerek, gözleri Fatma’ya kilitlenmiş, bir çuval gibi yığılır kalır oracıkta. Bir zaman sonra yığıldığı yerden güçlükle kalkıp baba ocağına yönelir. Son kez dönüp kendisini fark etmeyen kalabalıklar arasından Fatma’sına bakar ve bu, onun Fatma’yı son görüşüydü. Çünkü altı ay sonra amansız bir hastalığa yakalanan Fatma, bir sonbahar günü, sabaha karşı ruhunu teslim eder. Herkes veremden öldü der onun için. Güzel’in ölmediğini duyan Fatma, fazla dayanamamış, günden güne solmuş, bir yaprak gibi düşüvermişti toprağın koynuna.

Yıllar sonra verdiği sözü tutmayıp kendisini yalnız bırakıp giden Fatma’sını ziyarete gider mezarının başında. “Böyle mi olacaktı sonumuz?/ Kara topraklar mı saracaktı seni?/ Bil ki Fatmam unutamam seni/ Padişah kızını verseler de…” diyerek gözyaşlarını döker. Hüngür hüngür ağlayan Güzel, ilk defa bu kadar çok ağlıyordu. Fatma’nın gelin olduğu gün bile bu kadar çok ağlamamıştı. Biliyordu ki O yoktu artık. Gelmeyecekti bir daha. Bu kocamış köhne dünyada yalnızdı artık. Her yıl herkes Fatma’yı ölüm yıldönümünde ziyarete giderken, kendisi Fatma’nın gelin olduğu o gün ziyaretine giderdi. Çünkü o gün kaybetmişti Fatmasını.

Aradan yıllar geçip Güzel evlendiyse de unutamadı Fatma’yı. Zühre, olan biten her şeyin farkındaydı. Bu sevdaya saygı duyar, her yıl Güzel’den Fatma’yı mezarında ziyaret etmesini ister, giderken de bir gül götürmesini söylerdi.

Zühre, böyle asil, yüreği yiğit bir kadındı. Hiçbir gün bu konuda sorgulamadı Güzel’i. Güzel ise Zühre’nin bu asil davranışı karşısında mahçup olsa gerek, Fatma’yı ziyaretten döndükten sonra aynısından bir gülü de Zühre’nin uyurken yanıbaşına bırakırdı.

Evet, yıllar böyle geçti. Bir yürekte iki yâr, iki güzel kadın taşıyordu Güzel Dede. İkisi de aynıydı onun gözünde. Çünkü ikisini de çok sevmişti.

Her sabah aynı yerde oturan Güzel Dede’ye köyün gençleri gelip geçerken selam verir, ancak onun selamını almadan yollarına devam ederlerdi. Güzel Dede biraz sitem etse de bu duruma alışmıştı. Köyün en yaşlısı ve kalmış tek gazisiydi. Çocuklar çok severdi onu. O da çocukları… Çünkü tadamamıştı evlat sahibi olmanın duygusunu. “Nasıl bir şeydi acaba insanın baba olması?” diye iç geçirirdi çocukları her gördüğünde. Çevresinden kendisine “Bir daha evlen” diye baskılar vardı. Ancak O, Zühre’ye bunu yapamazdı. Onu kıramazdı. Zühre, yiğit olduğu kadar, bir o kadar da kırılgan, hassas bir yüreğe sahipti. Güzel Dede söylenen tüm sözlere aldırış etmedi. Kendisine de bu yakışırdı zaten.

Akşamları odasına çekilir, ay ışığında iki yıl önce yitirdiği Zühre’sinin yüzünü görür, dalardı sabahın ilk ışıklarına kadar onu seyretmeye. Komşusu Abuzer Efendi Alamanya’ya oğlunu ziyareti dönüşünde, Güzel Dede’yi unutmamış, kendisine bir plak almıştı. Güzel Dede buna sevinmiş, her akşam defalarca aynı plağı takar, plakla birlikte mırıldanırdı: “Akşam olur karanlığa kalırsın/ Derin derin sevdalara dalarsın/ Oy gelin gelin/ Sevdalı gelin/Öldürdün beni”

Bir sonbahar sabahı; Fatma’sının göçtüğü ve Zühre’sini yitirdiği bir sonbahar sabahıydı. Her sabah oturduğu yerde yoktu Güzel Dede. Düşünmüyordu artık hiçbir şeyi. O artık Fatma’sının ve Zühre’sinin yanındaydı. Nasıl öldüğünü kimseler bilmedi. Kimseler duymadan, sessizce ve yalnız öldü. İkindiye doğru fark ettiler komşular. Eve girdiklerinde tebessüm ediyordu. Kim bilir belki Fatma’ya, belki Zühre’ye tebessümdü bu. Kim bilir belki de ölümeydi.

Mezarını Fatma ve Zühre’nin mezarını görecek şekilde kazdılar. Artık onun bir eli Fatma’nın elinde, bir eli de Zühre’nin elindeydi. Onlara da bu yakışırdı zaten. Çünkü böyle bir sevda sonsuza dek ayrılığı hak etmiyordu.

Köylüler; genci yaşlısı, kadını erkeği, çoluğu çocuğuyla uğurlamaya gelmişlerdi Onu. Herkes ağlıyordu. Belki Güzel Dede böyle bir son hak etmedi diye ağlıyorlardı. Kim bilir, belki de böyle bir sevda yaşamadıkları için kendilerine ağlıyorlardı. Kalabalığı oluşturan herkes ağlarken, sanki Güzel Dede’nin kanatlanan ruhunu duyar gibiydi: “Neler çektim, neler gördüm/ Dert üstüne dertler ördüm/ Gam tasa hep çektim durdum/ Yalan oldu benim ömrüm/ Veran oldu benim ömrüm”.